Kütahyalı Bir Atabek – Ahmet Yakupoğlu
Çoğunlukla, “sıra dışı” insanlarımızı kaybettikten sonra hatırlamak gibi hoş olmayan genel alışkanlığımızı bozan…
Ve bizleri, “vefâlı olma” noktasına, doğru davranma noktasına getiren bugünkü toplantıyı tertipleyen Dumlupınar Üniversitesi Sayın Rektörlüğüne ve emeği geçen üniversitemiz personeline, âcizâne, şükranlarımı arz ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Kütahya’mızdaki pek çok kimse gibi, bendeniz de O’nun talebelerinden biriyim; ikinci nesil öğrencilerindenim.
Ahmet Ağabey’le birlikte yıllarca meşk etmiş bulunan babamın dükkânına geldiği… Koltuğunun altındaki sekiz boğumlu ilk ney’imi bana uzatarak:
-“Üfle bakalım aslan!” dediği târihi tam olarak hatırlamasam da, şu anda elimde 1955 târihli ikinci bir Şah Ney mevcut. Acemilik dönemini atlattıktan hemen sonra, o sekiz boğumlu ney’i aldı ve diğerini verdi.
Talebenin kullanacağı sazı bile “hoca”sının temin etmesi şartı, belki de kendisinden öğrendiğim ilk güzellikti.
Şu anlattıklarım, yalnızca bana karşı bir tutum, bana özel bir muâmele değildi; inanıyorum ki, “Ben Ahmet Yakupoğlu’nun talebesiyim” diyebilen herkes, “Aynı muâmeleyi bana da yapmıştı” îtirâfında bulunacaktır.
Sâmiha AYVERDİ (1976:223-224), atabekleri ve tarihimizdeki önemini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Hocanın ve hocalığın yüceden yüce şerefinin lezzetine varmış ve kutsiyetine inanmış insan(dır). Bu yüzden de O,Türk târihini hazırlayan, cemiyete dünyâ görüşünü, insânî ve medenî yapısını veren fikir inşâcısı atabekler devrinden süzülüp gelerek geçmişi hâle bağlayan bir atabekdir.
Bir memleketin yükselmesinde veyâ seviye kaybetmesinde birinci derecede mes’ûliyetin, maârif ordusuna düştüğü, inkâr götürmez bir gerçekdir.
Târihin yalan bilmez dudağı, asırlar boyu buna şâhid olagelmiştir.
Dünyânın her devrinde ve hemen her kıt’asında da aynı gerçek hükmünü sürerken, el ele vermiş ve üst üste tabakalaşmış yüzyıllar içinde, hassaten Türk cemiyeti, başka milletlerin boy ölçüşemeyeceği bir sadâkat ve asabiyetle, “hoca” denen fikir ve ruh inşâcısının etrâfında peteklenip sarmaş dolaş olarak şekil ve nizam kazanmıştır.
Onun için de,
tasfiyeli bir ruh yapısına ve ibâdet kabûl ettiği bir eğitim ve öğretim aşkına sâhip bulunan “hoca” talebesi için bir öğretici olduğu kadar, hayâtı boyunca müşâvir eleman, Cibril huylu rehber olmuş, bilhassa, kendinde çekirdek hâlinde bilkuvve mevcud bulunan prensipleri, elinin altındaki istîdatların idrâkleri zemînine ekip yeşertmiş, böylece de tohum hâlindeki fikri fiile çevirmek üstünlüğüne ve irtifâ’ına yetmiştir.
İşte bu yüzden de, vasıflı ve kemâlli insan yetiştiren üstün metodlu Türk eğitimi ile el ele vermiş millî ve İslâmî prensipler, toplum içinde aktif hâle gelebilmiştir.
Bu bir zaferdir.
Bin yıllık Türk târihi içindeki yükseliş ve medeniyet dinamosunu dolduran bu enerji, atabekler’in zaferidir.”
Öz be öz Türkçe bir kelime olan Atabek, Atabey yâhut Atabeg sözü, Arapça ve Farsça’ya da geçmiştir. Edebiyat târihçimiz Nihad Sâmi Banarlı, Atabek’i “Selçuklular’da şehzâdelerin yetiştirilmesi ve eğitimiyle görevli kişi, lala” olarak özetliyor.
Aynı kelime Büyük Selçukîler devrinde tekrar dirilmiş ve meşhur “atabek” ünvânı bu kelimeden doğmuştur. Atabekler Selçuk şehzâdelerine fikrî, ilmî, siyâsî, idârî ve askerî mevzûlarda hocalık yapan Selçuk büyükleri ve bilginleridir (Misalli Büyük Türkçe Sözlük, 2010:198).
Sâmiha Ayverdi (1976) ise eğitim sistemimizdeki bu gelenekle ilgili olarak şu tesbiti yapıyor:
“Yüklü ve dolgun kafası, olgun, tasfiyeli ve kontrollu rûhu ile gençliğin maddî yapısı kadar mânevî bünyesini de şekilleyip âbideleştiren atabekler an’anesi…”
Şimdi izninizle Ahmet Yakupoğlu’nun hayâtına ve yaptıklarına bakarak, kendisine “atabek” ünvânının yakışıp yakışmadığını kısaca sorgulayalım; bu sıfata lâyık mıdır, değil midir, araştıralım.
O, yalnızca iyi bir ressam mıdır?
Yâhut sâdece Neyzen veyâ mûsıkîşinas mıdır?
Hayır!
Ne sâdece ressamdır ve ne de yalnızca müzisyen.
Bugünün sayısız ressamı, minyatürcüsü, müzehhibi, hep O’nun öğrencisidir. Kütahyalı hiçbir neyzen, rebapzen yâhut tambûrî yoktur ki; Ahmet Yakupoğlu hocamızın rahle-i tedrîsinde yetişmiş olmasın.
Hiç kimse, O’nun çevresinde bulunarak herhangi bir bediî zevk edinmediğini, millî ve mânevî bir renk ve kokudan nasiplenmediğini söyleyemez. Kötü bir huy, zararlı bir alışkanlık öğrendiğini söyleyemez.
Allah’ın hiçbir kulu, öğrettiklerine karşılık kendisinden ders ücreti istediğini, değil söylemek, îmâ dahî edemez.
Kısaca O, tek meslekli ve tek cepheli bir şahsiyet değildir; çok cepheli ve her cephesi ile ayrı ayrı örnek teşkîl edecek bir insandır. San’at, tefekkür, ilgi ve faaliyet sahası, doğduğu şehirle sınırlı kalmayan…
Vatan coğrafyamızın her köşesine vurgun, her değerine sırılsıklam âşık bir karasevdâlıdır O!
Böyle olmasının en bâriz sebebi, hocalarının ve bilhassa “mürşit bellediği” merhum Süheyl Ünver Hoca’nın izini izliyor olmasıdır.
Ahmet Yakupoğlu’nun meziyet ve mârifetlerinden sâdece bir tânesine sâhip nice ressam veyâ neyzen vardır ki, Allah vergisi bu hünerle burunları Kafdağı’nda gezer ve yanlarına yaklaşamazsınız.
Verici olmak, başlı başına bir meziyettir ve Ahmet Ağabey’imizin bâriz vasıflarından biri de fîsebîlillâh hizmet etmek, dâimâ vermek olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in,”Onlar sizden hiçbir ücret taleb etmezler, onlara uyun” hükmüne nasıl da rast geliyor bu özellik!
Şimdi, kendisini dinleyelim:
Sâmiha AYVERDİ (1977), soruyor:
“Hani Sinanpaşa Köşkü, nerede İncili Köşk?.. Bostancıbaşı, Sultan Mahmud, Murad Han, İshakiye, Serdâb köşkleri nerede?.. Hangi cehlin fermânıyla bu kemerli, şahnişli, kubbeli, saçaklı kâşâneler mahvedildi?”
Cevaplamaya çalışalım:
İhmâlin, imkânsızlığın ve ekseriyetle de, kahrolası “kasıt”ların kurbânı oldular. Yalnız İstanbul’un değil, uzun yıllar boyu bütün memleketin boğazını sıkan bir sebepler zinciriyle boğuldular:
Önlenemeyen “geçmişe saygısızlık”, durdurulamayan “köyden kente göç”, çalıştırılamayan “yasalar”, başa çıkılamayan “rüşvet” ve “atalarına düşman edilen bir nesil” yok etti onları.
Okuma – yazma bilmediği ileri sürülen ve “Yedisekiz Hasan Paşa” diye anılan, jandarma erliğinden gelme bir “câhil” Beşiktaş Muhâfızı’nın otuz yıl toz kondurmadığı Boğaz Batısı’nın bekâreti, çağımızın “pergelli-gönyeli” münevverleri(!) tarafından bir çırpıda izale ediliverdi.
Bunlardan bir kısmı da, âletleri yerine sâdece imzâ kalemlerini kullandılar. Ve binyılların el değmemiş güzelliğini, küçük hesapları uğruna bozuk para gibi harcadılar.
Ancak şimdilerde bâzılarının, kanlı ellerine bakarak, “ne yaptım ben?” dediğini ve dehşete kapıldığını görmekteyiz.
Elbette her şey olduğu yerde sayacak ve çağın îcapları inkâr edilecek değildi. Fakat İstanbul’un hızla büyüyen ihtiyaçlarına, Târihî Yarımada’yı ve Boğaziçi’ni kurban etmek gerekmezdi.
Günümüzden yüz on yıl önce, Galata Köprüsü üzerinden 1874 İstanbul’unu seyreden Edmondo de Amicis, bakınız neler yazıyor (Yakupoğlu,1983):
“Gelecekteki İstanbul’u; korkunç ve gamlı haşmetiyle dünyânın en güleryüzlü şehrinin harâbeleri üzerinde yükselecek olan Şark’ın Londra’sını görür gibi oluyorum:
Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek; rengârenk küçük evler yıkılacak; ufuk, koynundan binlerce fabrika bacasının ve ehram şeklindeki kule çatısının yükseldiği, saray, işyeri, îmâlâthâne dizileriyle her taraftan kesilecek; uzun, dümdüz, birbirine benzer sokaklar, İstanbul’u birbirine muvâzi kocaman yollara ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin damlarının üzerinde büyük bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek…
Esrarlı Sarayburnu bir hayvanat bahçesi, Yedikule bir hapishâne… her şey sağlam, hendesî, kurşunî, kasvet verici olacak ve artık ne yana-yakıla edilen duâların, ne şarkıların yükseldiği, ne de sevdâlı gözlerin dikildiği güzel Trakya semâsını, kocaman kara bir bulut durmadan kaplayacak…”
Evet… Kütahya’daki evinde, oturup resim yapan; ara sıra da fırçasını bırakıp ney üfleyerek kendi sırça sarayında hayat süren birinin kârı mıdır bu? Şehircilik uzmanı mıdır yoksa mîmar mı bu satırların yazarı?
Bilgi, görgü ve tefekkür dünyâsının geniş sınırlarını bir tek bu örnekle bile kestirmek, rahatlıkla mümkündür diye düşünüyorum.
“Ölçüsü yanlış olanların, bütün ölçümleri yanlıştır” diye bir söz vardır. İşte, Ahmet Yakupoğlu’nu farklı, üstün ve çok cepheli kılan şey, edindiği ve öğrencilerine de iddiâsız bir şekilde benimsettiği o millî ve mânevî ölçüleridir.
Denilebilir ki:
-“Ahmet Yakupoğlu, şehzâdeler mi yetiştirmiştir? Ki, O’na Atabek’lik yakıştırıyorsun?”
Evet, eğer Selçuklular çağında yaşasaydı şehzâdeler yetiştirecek çapta bilgili, olgun ve dünyâya neden geldiğini müdrik bir rehber ve atabek diye geçecekti târihe… Osmanlı döneminde dünyâya gelseydi, Osmanlı hükümdarlarını eğiten Lala diye anılacaktı.
Lügatlerdeki Atabek târifine uygun şekilde,”devlet idâresinde söz sâhibi şahsiyet” sayılacaktı. Ancak, şükür ki, bu devirde yaşadı ve bizler onu tanıma şansı yakaladık. Bizi talebesi sayarsa, öğrencisi olmak şerefine erdik.
Ömrünü, Cumhuriyet döneminin hattâ daha ileriki çağların gerçek san’at, doğru bilgi ve zevk-i selîm sâhibi insanlarını yetiştirmekle geçirdi!
Bu yüzden, Ahmet Yakupoğlu Hoca, modern çağın bir Atabek’idir vesselâm.
Kendisine sonsuz hürmet ve minnetlerimle…
Saygılarımı sunuyorum efendim.
(*)2011 yılında Dumlupınar Üniversitesi tarafından düzenlenen Ahmet Yakupoğlu Sempozyumu’na Tekin UĞUREL tarafından ”Kütahyalı Bir Atabek, Ahmet Yakupoğlu’‘ başlığı ile sunulan tebliğ metnidir.
KAYNAKÇA:
- Ayverdi, S. (1976), Âbide Şahsiyetler, Birinci Baskı, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
- Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2005), Cilt 1, Birinci Baskı, İstanbul
- Yakupoğlu, A. (1983), Ahmet Yakupoğlu’nun Fırçasından Boğaziçi/Anadolu Yakası, Türk Petrol Vakfı, İstanbul