İnsanlar, farklı kavim veya milletler hâlinde yaratılmışlar.
Bunun pek çok hikmeti – sebebi var ama başlıca sebep, insanların birbirini tanıması ve kaynaşması, sevmesidir. Sevemiyorsa bile saygı duymayı öğrenmesidir.
Meselâ şu anda da toplu haldeyiz. Sizler bu okula gelmeden önce belki de birbirinizi, hocalarınızı hiç tanımıyordunuz. Ben de öyle… Ama işte çeşitli bahaneler, vesîleler bizi bir araya getirdi ve tanıştık.
En küçük topluluk olan âileden başlayarak, diyelim ki Kütahya’da yaşayanlar, sonra Türk milleti ve bütün insanlık da tıpkı böyle tanışıp kaynaşıyor. Çeşitli sebeplerle başka milletlere mensup insanlarla da temas kuruyor, tanışıyoruz.
Bizden onlara, onlardan da bize bir şeyler aktarılıyor, alışveriş oluyor. Tabii herkesi hemen sevemiyor, hattâ bu ilişkiler sırasında ters düştüklerimiz, anlaşamadıklarımız da çok oluyor. Şöyle bir hikâye duymuştum:
Kirpiler çok üşüyorlarmış… Buna bir çâre bulmak isteyip, toplantı düzenlemiş ve çeşitli görüşleri tartışmışlar. Sonunda demişler ki; “Biz ayrı ayrı durduğumuz için geceleri üşüyoruz. Eğer birbirimize yakın uyursak bundan kurtuluruz.”
Ve o geceyi öyle geçirmişler fakat bildiğiniz gibi kirpilerin derileri bir savunma aracı olarak dikenlerle kaplı şekilde yaratılmıştır.
İşte bu yüzden, birbirlerine sokularak herkesin dikeni bir başkasına battığı için sabaha kadar kan revân içinde kalmış ve acı çekmişler. Tekrar bir toplantı yaparak görüşmüş ve şunda karar kılmışlar:
“-Biz kirpiler, dün gece üşümedik ama dikenlerin birbirimize batacağını hesaba katmayarak da hatâ ettik ve istemeden canımız yandı. O hâlde bundan sonra gene topluca uyuyalım ama fazla yaklaşmayıp her birimiz diğerine belli mesâfede dursun. Böylece hem üşümez, hem de kimse kimsenin canını acıtmaz.” Demişler.
Eskiler insan ilişkilerine bir ölçü getirerek şöyle demiş: “Sobaya ısınacağın kadar yaklaş!” Evet… Şimdi hayâtımızdan soba da neredeyse çıkıp gitti ve onun yerini kalorifer ve diğer araçlar aldı. Ama üstteki deyimde sobanın yerine hangi ısınma aracını koyarsanız koyun, kural değişmez. Yâni o sözün mânâsına zarar gelmez.
Derler ki arının biri Arı Beyi’ne gelip, bir başka arıyı şikâyet etmiş… “Filân arkadaş, uçarken hep benim yolumu kesiyor” demiş. Arı Beyi, şu karşılığı vermiş:
“-Seviyeni yükselt!” Yâni demek istemiş ki “Sen yüksekten uç, o zaman hiç kimse senin yolunu kesemez.”
Peki, kıssadan hisse; biz arı değiliz, seviyemizi nasıl yükselteceğiz ki insan ilişkilerinde sürtüşme, tartışma, kavga veya lâubâlilik olmasın?
İnsanın yüksekten uçması nasıl mümkün olur?
Bu suale verilecek bir tek cevap vardır, o da: ”İnsanî ve ahlâkî değerlerimizi yükselterek” şeklindeki özet cümledir.
İnsânî değerler nelerdir, dersek… Yüz güzelliğimiz, boyumuz posumuz, arabamızın veyâ cep telefonumuzun marka yâhut modeli midir? Diplomalarımız, ders notlarımız mıdır? Kaç dil bildiğimiz midir?
Kısmen evet… Kısmen diyorum çünkü bunlar bizim bir yanımıza âit değerlerdir. Bizim bir yanımız bedenimiz yâni vücûdumuz…
Dıştan görünen kısmımızdır.
Bir diğer yanımız ise vicdânımız, aklımız, şerefimiz, edebimiz, merhametimiz, vatan sevgimiz gibi değerleri barındıran ve göze görünmeyen yanımızdır. Yâni ahlâkî, millî ve mânevî tarafımızdır.
İşte, bizim seviyemizi yükseltecek, bizi “insan” yapacak olan bu yüce değerlerin bizde yerleşmesi ve gerek söz, gerekse davranışlarımızda bize onların hâkim olması, aklımıza onların kaptanlık yapmasıdır.
İnsanlık târihi boyunca Peygamberlerden sonra, yüksek seviyenin sâhipleri olan bilge kişilerin, Hak dostlarının hepsi de ”güzel ahlâk” sâhipleridir. Üstün bir edebe sâhip olan örnek kimselerdir.
Peki, o büyüklerin edebini, ahlâkını… Görenek ve geleneklerimizi, inceliği zerâfeti, nasıl edineceğiz? Nereden öğreneceğiz?
Elbette büyüklerimizden ve öğretmenlerimizden…
Çok çok eskiden bir hükümdar, ferman yayınlayıp, bütün yaşlıları öldürtmüş. Fakat nasılsa içlerinden birini öldürmeyip saklamayı başarmışlar…
Aradan yıllar geçmiş, bir gün de milletine şöyle bir emir vermiş: ”Herkes, deniz kumundan birer zincir yapsın!” Fakat içlerinde hiç kimse deniz kumundan zincir yapmayı bilmediği için hükümdarın emrini yerine getirememenin korkusuyla toplanıp düşünmüşler.
Akıllarına o sakladıkları ihtiyar gelmiş ve gidip ona sormuşlar, zinciri yapmışlar. Demek ki bizden önce dünyaya gelmiş kimseleri aslâ yabana atmamalı, küçümsememeli…
Tam tersine, onlara gereken saygıyı ve ilgiyi gösterip kendilerinden faydalanmayı seçmeiliyiz. Yoksa hayâtımız boyunca karşımıza çıkacak “kumdan zincirleri” yapmayı nasıl beceririz?
Hani, Türkçe’mizde bir deyim vardır ya…
“Yaşlılar yapabilse, gençler düşünebilse” demişlerdir. İnsan yaşlanınca bilgi ve görgüsü artmıştır ama bu sefer de bâzı işleri eskisi gibi yapamaz, çünkü gücü yetmez olmuştur.
Buna karşılık gençlerin gücü yerindedir fakat onlarda da yaşlıların bilgi ve görgüsü henüz ihtiyarlar kadar değildir. Demek ki seviyemizi yâni insanî kalitemizi yükseltmenin yolu, anne –babamızın ve bilge kimselerin yaşayış ve öğütlerinden örnek almaktır.
Ama herkesten önce öğretmenlerimize dikkat etmeliyiz. Mutlaka biliyorsunuz, Öğretmenlik zor ve şerefli bir meslek. Çünkü Peygamber mesleği demişler. Neden? Çünkü büyük sorumluluk gerektiriyor.
Çocuklar size emânet edilmiş ve onları sâhiplerine aldığınız gibi teslim etmelisiniz. Hattâ aldığınız gibi de değil; onları yüceltiyor, eğitip öğretiyorsunuz. Öğretmenlik bu yüzden mukaddes bir meslek ve böyle önem arz ettiği için de öğretmene duyulması gereken saygının anlamı büyük.
İnsan, iyi veya kötü her şeyi bir başkasından öğrenir. Ama şuna çok dikkat etmek gerekiyor; ”Âile – Sokak ve Okul aynı prensiplerle hareket etmedikçe insan eğitiminde başarılı olunamaz”, demişlerdir.
Öğretmenlerin okulda oturtmaya çalıştığı doğru eğitimi, ana-baba evde bozarsa, öğretmen hakkında kötü bir kanaatı işiten çocuk ne yapar?
Âilenin fertleri Müslüman Türk olmanın prensiplerini benimsemiş, milî mânevî değerlere bağlı olarak konuşup davranacak; okulda aynı ölçülerle verilen bir eğitim ve öğretim yürüyecek ve böyle yetişmekte olan çocuklar ve gençler evin ve okulun dışında farklı bir ölçüyle karşılaşmayacak.
İşin sokak kısmına neler giriyor? Medya, sanal âlem, cep telefonu ve diğerleri… Değil mi? İşte âile sokak ve okul atbaşı gidecek… Birbirinin tersine şeyler yok denecek seviyede azaltılacak ki eğitim başarılı olsun.
Meselâ Bir tanıdığım, sokakta gördüğü bir grup çocuğa ikramda bulunmak istemiş ve sofrasına buyur etmiş. Öyle üzülmüş öyle üzülmüş ki, âdetâ ağlar gibi anlatmış: ”Sofraya otururken ellerini yıkamadılar, çok şaşırdım.
Her biri kendi tabağındaki yemeği bitirince kalkıp gitti, çok üzüldüm’; Ne Allah bereket versin diyen çıktı ne de duâ eden”, demişti.
Şimdi, öğüt dinlemekle ilgili olarak Hazret-i Mevlânâ’dan bir hikâye ile sözü noktalayalım: Adamın biri kuşa tuzak kurup, avlamış… Yemeye hazırlanırken kuş dile gelip demiş ki:
”Sen şimdiye kadar neler yedin neler yedin, ama doymadın. Şimdi benim etimi yiyerek mi doyacaksın? Seninle bir anlaşma yapalım ve ben sana üç öğüt vereyim. Bunları tutarsan zengin olursun. Birinci öğüdü avcunda veririm. İkincisini şu duvarın üzerinde, üçüncüyü de ağacın dalına konunca…”
Adam düşünmüş ve:
-Peki, ver bakalım, demiş.
-Kim söylerse söylesin, olmayacak şeye inanma! Deyip adamın avucundan uçup duvara konmuş, sonra:
–İki… Geçip gitmiş şeye gam yeme… Üzülme!
Diyerek şöyle devam etmiş:
-Bak, beni bırakarak çok büyük bir fırsatı teptin. Çünkü benim kursağımda on dirhem ağırlığında bir inci vardı. Eğer sözüme kanıp beni bırakmasaydın, sen de çocukların da yıllar yılı o inciyle zengin olarak yaşayacaktınız. Ama ne yapalım nasip değilmiş!
Bunları duyan adam ağlayıp bağırmaya başlamış. Bunun üzerine kuş demiş ki:
-Be akılsız adam, sen deli misin? Ben sana ”Kim söylerse söylesin, olmayacak şeye inanma” demedim mi?
-Dedin!
-İyi ya… Benim kendi ağırlığım kaç gram ki, benim kursağımda on dirhemlik inci ne arasın?
-Evet, demiş adam… Doğru söylüyorsun.
-Peki, ”ne diye geçip gitmiş bir şeye üzülüyor ve ağlıyorsun?”
-Gerçekten doğru… Peki, üçüncü öğütün neydi?
Ağacın dalındaki kuş:
-Sanki ilk iki nasihati iyi dinledin de üçüncüyü mü soruyorsun?
Dedikten sonra pır diye uçup gidivermiş. Siz, böyle öğüt dinleyici olmayın inşallah. Sizlere başarılar diliyor ve sevgiyle selâmlıyorum.
(*)16 Ocak 2018 günü, Kütahya Ali Güral Lisesi’ndeki sohbetten.