Claude Farrere Anlatıyor:
Hikâye, Tophâne rıhtımının merdivenlerinde başladı. O devirde İstanbul henüz tamamen Türk’tü… Yâni hemen hemen bugünkü Fransa yahut İngiltere gibi.
Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa bir tekir kedi peydâ oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri:
–Hele bak, bir Türk kedisi!
Evet, bizden korkmadığına göre, hiç şüphesiz, bir Türk kedisiydi. Gerçekten, İstanbul’un kedileri çok bâriz bir şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı dâima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar, reaya mahallelerinde yaşar; buralardaki Doğu Hristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar, zayıf olan her şeye karşı alçakçasına zâlim davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selâmeti kaçmakta bulur.
Tophâne’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi, öyle ki, kısa bir tereddütten sonra kararını verdi ve bir sıçrayışta Fransız sandalının ortasına atlayıverdi.
Kürekçilerimizden biri, hayvanın başını okşayarak:
–Karaya çıkaralım mı efendim? Diye sordu.
Bana hitap ediyordu. Çünkü sandaldaki en kıdemli subay bendim. Omuzlarımı kaldırdım:
–Kalsın bakalım… Mâdem ki kendi geldi…
Sandaldaki herkes memnunluğunu belirtti. Cumhuriyet’in gemilerinde yaşayanlar, Türk şehirlilerine benzer; Hayvanlara iyi davranırlar.
*
Yarım saat sonra tekir kedi, benim omuzlarımda, sandaldan kruvazöre geçti; hemen ardından onu Subay salonunun yumuşak yastıklarının üstüne bıraktım. Subay salonu, kedi için çok değişik bir yerdi. Küçük gri kafasını, tecessüsle/merakla fakat ürkmeden etrafta dolaştırıyordu. Üçgen biçimli burnu, iri yuvarlak gözleri vardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, gemideki hayâtımız pek öyle mükellef değildi. Soframızda örtü yoktu. Masamız alelâde/basit ağaçtandı. Türk kedisi pekâlâ da üstüne sıçrayabileceğini kestiriyordu; biz de, böyle bir şey yaparsa kabahatli olmayacağını düşündük. Zâten yemek vakti gelmişti. Bir tabağa bir balık koyup, masanın dibinde, kedinin önüne koyduk Hayvan, kendisini naza çekmeden yemeye girişti.
Üstelik pek zayıf bir hayvandı. İstanbul’un Türk mahallelerinde hayvanlar fazlaca yiyecek şey bulamazlar, çünkü insanların yiyeceği azdır zâten.
Ve olan oldu… Alelacele yiyen hayvan boğuldu; evet, basbayağı boğuldu.
Boğazına uzun bir kılçık saplanmıştı.