Batı’ya İlan-ı Aşk
5. Tanzîmat’ın idâre, hukuk ve kültür mekanizmasında yaptığı hamleyi, tefekkür ve edebiyat alanında tâkîb eden Şinâsi’ler, Namık Kemâl’ler, Ziyâ Paşa’lar, gözünü de gönlünü de Garb’e çeviren köhne imparatorluğun fikir semâsında kuvvetli ve samîmî akis bırakmış kimselerdi.
Ancak medeniyet değişmesinin fikir cephesine kumanda eden bu politikacı – edib zümre, tarz ve hâtıra olarak, klâsik edebiyattan zengin motifler tevârüs etmekle berâber, felsefe ve tefekkür yönünden, Şark’dan tiksinmiş ve kayıdsız şartsız Garb’a îlân-ı aşk etmişlerdi.
Kendi ekollerinin bu üçüzlü merkesi, körebe oynayan kimseler gibi, gayelerini el yordamiyle arar halde bulunuyorlardı. Edebiyat târihinde sivrilip yer yapmalarının başlıca sebebi, devirlerinde kendileriyle yarışacak ciddî rakipleri olmayışındandı. Nâmık Kemâl, inandığına riyâsız inanan, temiz ve samîmî bir fikir adamı olarak Türk edebiyâtına içtimâî bir veçhe ve hürriyet şuûru vermiş cesur ve coşkun bir muharrirdi.
Memleketin siyâsî ve içtimâî ıztırâbı karşısında sonsuz elem duymakta, bunun, memleket sathında yaygın bir anlayış olarak sârî ve cârî olmasını istiyordu. Onun için de, kaleminden saçılan kıvılcımlarla vatan ufuklarında şimşekler çaktırmak, aşkı ve gayesi idi.
Fakat Türk tefekkür ve edebiyâtında açtığı yeni yola rağmen, bu yolun ilerisini gerisini kavrayacak derin ve ihâtalı bir görüşe sâhip değildi. Bu yüzden de, yıkmak için hücûm ettiği devlet otoritesiyle, eski edebiyâtı tasfiye yolunda giriştiği mücâdelenin, acele ve hesapsız bir adım olduğunu, kendi devri anlamasa bile, istikbâl, bütün acılığı ve şiddetiyle hissedecekti.
Nâmık Kemâl, Şinâsi’yi tanımadan evvel, tefekkürü ile de san’atı ile de bir Şarklı idi. Fakat Tasvîr-i Efkâr gazetesinde onunla iş birliğine giriştikten sonra, birden bire Şark’a karşı derin bir husûmet duyarak, Garblı oluverdi. İşte bu oluş; bu oluşla, vatanın selâmetini, mâzîden kopmak fikrinde bularak yeni inanış ve düşüncesinin sâdık hattâ mütaassıp bir sözcüsü kesildi.
Ne ki Nâmık Kemâl, böyle bir fikre saplanıp kalan tek vatan evlâdı değildi. O devrin hemen hemen bütün münevverleri, cemiyeti içinden çökertmekle vazîfeli,sinsî bir teşkîlâtın sûret-i haktan görünerek telkîn ve teklîf ettiği her hareketi,bir ınkılâp ve münevverlik îcâp hattâ zarûreti olarak bellemiş ve benimsemişlerdi.
Gayretli, çalışırken başarılı bir idâre âmiri olan Midhat Paşa da, ne yazık ki çarkın dişleri arasına düşmüş mağrur olduğu kadar da gafil bir vatanseverdi.
Islahatçılığına, teşkîlatçılığına ve bilhassa mâlî mevzûlardaki faâliyet ve muvaffakıyetine rağmen, meşrûtiyet fikrini hâriçten dikte eden ve bu fikrin amel hâline gelmesi yolunda münevver zümreye hulûl eden kuvvetin nüfûzu altında kalmış bulunması, memleketin kendisinden beklediği gerçek faydayı engellemiştir.
Midhat Paşa, üstüne aldığı idârî vazîfelerde her ne kadar başarı göstermiş bulunuyorsa da, bir devletin mukadderâtı eline teslim edilecek lider vasfında adam değildi. Bilhassa bir diplomat için en lüzumlu olan temkin ve ihtiyat kabiliyetlerinden külliyen mahrumdu.
Manyak ve hayâlperest idi. Siyâsetten de, nasîbi yok denecek kadar, politik ehliyeti olmayan adamdı. Kendisini bir kurtarıcı, milleti de arkasında bir gölge zanneden, bu sâdedilliğin sarhoşluğu ile de, etrâfında olup bitenleri görmez; göstermek isteyenlere ise, sert ve haşin davranırdı.
Kendisine güveni onu, saltanat müessesesine karşı âdetâ kafa tutar hâle getirmişti. Halbuki bu makama gösterilecek saygının bir devlet ve idâre muvâzenesinin zarûretlerinden olduğunu düşünememekte idi.
Öyle ki paşanın vakit vakit hükümdarlık tahtına kendi zürriyetini geçirmeği tahayyül eder olarak: “Artık Âl-i Osman’dan hayır yok, neden bir Âl-i Midhat olmasın?” dediği, halk arasında dilden dile dolaşarak yadırganan sözler cümlesindendi.
Meselâ pâdişahlardan gayri kimsenin atlanıp girmesi teâmülden olmayan Topkapı Sarayı bahçesinde, kır atı ile dolaşarak etrâfını telâşa vermek, paşadan sâdır olan garâbetler arasında idi.
Gerçi Sultan Aziz’in ilk saltanat yılları ile son zamanlarının tutumu, birbirinden çok farklı bulunuyordu. Pâdişah da, devlet ricâli gibi, büyük bir şaşkınlık içinde idi. Bu bâdirede devlete edilecek hizmet, hükümdârı devirecek çâreleri plânlamak değil, ona yardım elini uzatmak çârelerini araştırmak olmalı idi.
Zîrâ memleketin payandalarla ayakta durmağa çalıştığı böyle zayıf bir devrinde, bu gibi iç değişikliğin meydana getireceği kargaşalıktan doğacak vahim netîceler, ortalama bir devlet adamının dahî gözünden kaçmaması gereken tehlikelerdendi.
Ne çâre ki, memleketin münevverleri, siyâsî ufukları dar, mantık ve muhâkemeden ziyâde, heyecanlarına tâbî kimselerdi. O kadar ki, mensup olduklarını söyledikleri ihitilâlci cemiyetin adı bile, yabancı bir dilde künyelenmiş, nizamnâmesi Karbonari İtalyan Farmason Cemiyeti’nin nizamnâmesinden iktibâs ve tercüme olunmuş bir Siyonizm ileri karakolu iken, kurdu kuzu zannedecek bir fikrî ve siyâsî görüş hatâsına düşmekten kurtulamamışlardı.
Siyonizmin ise binlerce yıllık bir tecrübe ve taktiği vardı ki, kronolojik olarak gözden geçirilirse, bu târihî metodla en büyük medeniyetleri dahî içinden kemirip âlem haritasından silmiş bulunuyordu.
İşte Haçlı gayretlerine muvâzî, fakat ondan çok daha sinsi ve hesaplı olarak gelişen bu Mûsevî karakterli cemiyet, Tanzîmat’la berâber, memleket mukadderâtına hâkim olacak ilk ciddî adımı atmış bulunuyordu.
Siyonizmin yüzüne, kütleler nezdinde zararsız hattâ mâsum bir maske takmakla vazîfeli bulunan Masonluk; şâyet alelâde bir cemiyet olsaydı, çoktan yıkılıp giderdi. Eğer milletlerin sosyal târihine dikkat edecek olursak, en sağlam esaslara dayanan içtimâî müesseselerin dahî mahdut bir ömre sâhip olduklarını görürüz.
Masonluk ise, pîri sahte, âyinleri kabalistik hurâfeler, gayeleri elâstikî ve karanlık dahî olsa, esâsı “tarîkat” karakterli bir teşekkül olduğu için, kılıcı kalkanı kendinden; zırhlı ve bizâtihî müdâfaa vâsıtalarına mâlik bulunuyordu.
Netîce îtibâriyle, beşeriyeti adım adım Tevrat kadrosu içine almak, böylece dedünyâ hegemonyası kurmak yolunda münevver zümreleri anarşik fikirlere doğru arkalarından itegelen bu teşkîlâtla iş ve fikir birliğine giriştiklerinden habersiz bulunan Jön Türkler, kâh Velîahd Murad Efendi’nin kâh Mısır Prensi Mustafa Fâzıl Paşa’nın mürüvvetinden istifâde ederek, memleketin içinde ve dışında faâliyet imkânlarını emniyet altına almış bulunuyorlardı.
Sâmiha AYVERDİ (Türk Târihinde Osmanlı Asırları)