(Şehvet çilesi, müridlerinin senâ ve alkışları arasında yola çıktı; muzaffer, mağrur, dünyâyı dolaşmıya başladı.
Nasıl mağrûr olmasın, nasıl iftihar etmesin ki, konukladığı hiçbir menzilde kendisini tanımayan, çilesine tutulmıyan tek insana rastlamıyordu ve rastlamadan da ülkeler, memleketler, şehirler dolaştı.
Günlerden bir gün,yolu aşk köyüne de düştü.Amma ne tuhaftı ki ömründe zillet tanımamış,bir nefes olsun hakaret görmemiş ve çok kere çilesi şeref, nâmus, haysiyet ve îman bahasına satın alınmış olan bu yolcu, o küçük köyceğizin sınırlarına gelince bir adım ileri atamadı, bir masal bir efsâne mahlûku gibi, olduğu yerde donup kaldı.
Çabaladı, savaştı, zincirini koparmak istiyen bir mahkûm gayretiyle didindi; lâkin nafile..
O zaman, her yere sokulmuş, her uzandığını avlamış, her eline geçeni harcamış, kullanmış, bir top gibi kâh atmış kâh tutmuş, kâh tekmeleyip yerden yere fırlatmış olan bu âfet, olduğu yerde tepinerek, vahşî ve çılgın bir hiddetle bağırdı:
-Büyücü müsünüz, sihirbaz mısınız? Beni kim tutuyor, kim eteğime yapışıp içeri sokmuyor?
Fakat baş iğmiye değil baş iğdirmeye, dinlemiye değil dinletmiye alışmış olan şehvet çilesi, hiç tanımadığı, hiç işitmediği bir sese karşı sesini kemsiye mecbûr olarak sustu:
-Büyücü değiliz; ammâ büyümüze tutulmıyan, aramıza karışamaz.
Çilemiz büyüktür; ammâ çilesini terk etmiyen kapımızdan sığamaz. Kimseyi ne çağırır ne de kovarız; ama dâvetlimiz olmıyan sınırlarımızı geçemez, nazımızı çekemiyen içimizde tutunamaz.
Böylece şehvet çilesi, çilelerin en yamanı olan aşk kapısından mezelletle döndü ve uzaklaştı.)(1)
Evet…aşk ülkesine giriş çıkışlar bile belirli kurallara uymayı gerektiriyorsa;âşıkların kendine has bir dilleri olmak lüzûmu da kaçınılmaz demektir.
Hele işin içine aşk adı altında “şehvet” girerse..
Dünyâ düşkünü büyük kalabalıkların ne o dili anlaması mümkündür ve ne de bu “yasak bölgeye” şehvetin adım atabilmesi..
Belki,”aşk ülkesi”, üstte çok net vurgulandığı gibi “küçücük bir köy”dür ama âşıkların bu az görünen nüfûsu dünyâ düşkünlerine dâimâ galebe çalmış ve ebediyete kadar da çalacaktır.
Çünkü, âşıklar,
“varlık dağı” denilen mevhum vücutlarını delmiş; dünyâya, ondan sâdece bu dağı delecek çapta faydalanıp fazlaca bir değer taşımadığını bu cihânın yüzüne haykırmış… dünyâ bağlılarının tir tir titreyip yanına bile yanaşamadığı darağacında, bedenlerini bir kurbanlık koyun gibi sallandırmışlardır.
Buna mukabil, aşk sırrının nâmahremi olan büyük insan kalabalıkları da şehvetin, bedenî hazlarının kendileri için ne kadar önemli olduğunun delîlini ortaya koymuşlardır.
“Ölmeden önce ölünüz!” buyruğu, onlar için herhangi kıymet taşımaz.
Mallarına mal, paralarına para katmak “aşkıyla” kendini dertlere belâlara salan kimselerden daha hangi belge ve isbat delîli istenir, bilmem ki!
Hazret-i Mevlânâ’nın,”Aşk nedir?” sualine verdiği cevap ma’lûmdur:
“-Ben ol da bil!”
Peki, bu cevap, bir benlik ifâdesi mi oluyor?
Hâşâ!
İşte bize, minberle darağacı arasındaki farkın belgesi olan bir anahtardır bu!
Çünkü aşk, sese, söze gelmez… her sînede farklı tezâhürler gösterir ve sâdece yaşanır.
Aşkın felsefeyle uzaktan yakından, kelâmla kıyıdan kenardan ilgisi yoktur.
Bir başka aşk târifi de şöyle:
“-Aşk, bize, ölümü hiçe saydıran şeydir!”
Gelelim tekrar âşıklara…
Âşıklar için, birisi şöyle diyor:
(Eğer, bedenî ihtiyaçlarını da karşılamasalardı; onları melek sanırdın!)(2)
Peki, dünyâ ve dünyâ düşkünlerini ayıplamak mı gerek?
Aslâ! Ne dünyâ değersiz demek istiyoruz, ne de madde!
Dünyâ değerlidir, hayâtın gerçekleri ne ise yerine getirilmelidir. Çoğumuzun bilir bilmez şikâyet edip durduğu nefs, değerlidir. Bütün bu değerler olmasaydı, âşıklar vâr olabilir miydi?
Biz, geçici ve aldatıcı hazların çok çok üstünde başka zevkler ve güzellikler bulunduğunu vurgulamaya çalışıyoruz. Esâsen maddeyle mânâyı ayrı ayrı mütalâa etmek, hatâların en büyüğü demektir.
Ayrıca, herkeste âşıklık istîdâdı olduğunu kim söylemiş ki biz de söyleyebilelim? Ama büyük Türk şâiri Fuzûlî şunu söylüyor:
“Bende Mecnun’dan füzûn âşıklık istîdâdı var
Âşık-ı sâdık benem, Mecnûn’un ancak adı var”
(1)Yusufcuk – Sâmiha AYVERDİ
(2)Güvercin Gerdanlığı – İbn-i Hazm