Lisan bahsi açıldıkça:
“Hâlâ mı o bahis?” diyerek bezginlik gösterenler bana, acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde: “Hâlâ mı o bahis!” diyecek bir Türk, menfur/nefret uyandıran/tiksindiren bir kayıtsızlık göstermiş sayılır.
Bu telâkkî/böyle bir anlayış, kabul ediş/ lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı bu derece vâriddir/akla gelmektedir. Vatan fikri bizde dâimâ vardı; fakat Nâmık Kemal’in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız.
Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi,
bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı, bize öğretseydi ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, biribirimize bağlayan bu Türkçe’dir, bu bağ öyle metîn bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi biribirimize bağlı tutar; Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe’dir.
Bu bağ milyonlarca Türk’ü biribirinden bugün ayırmıyor, fakat dimağdan dimağa, kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki, yarın Türk edebiyatının âteşîn/ateş gibi, feyyaz/çok verimli/bereketli, ceyyid/iyi, hoş, lâtif bir devresi açılırsa, millî rûhu, bir elektrik seyyâlesi/akım, cereyan gibi bütün o dimağlar ve kalblerden geçirerek, bu dağınık kitleyi yekpâre bir halde ayağa kaldırır.
Heyhât bir kimse zuhûr edip de lisan fikrini bizim kafalarımızda kudsîleşitiremedi.
Türkçe’yi sevmiyor değiliz, seviyoruz, fakat tıpkı vatanı Nâmık Kemal’den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfi değil. Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz sâdelik, güzellik, doğruluk, tabiîlik gibi tâlî/ikinci dereceden bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki bu bahisle ancak lisan meraklıları, edîbler/edebiyatçılar, muallimler/ilim öğretenler alâkadardırlar.
Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür. Aramızda kaç kişi idrâk eder ki, yeni bir millet olmaya çalıştığımız bu devrede gayeye varmak için tasarladığımız bütün terakkî/yükselmek, ileri gitmek, temeddün/medenîleşme, terbiye, irfan projeleri hep bu Türkçe mes’elesine dayanıyor.
Yeni bir millet olmak için mektep lâzım; bu en doğru bir fikrimizdir; fakat, mektep, muallimsiz ve kitapsız olmuyor:
Muallim bu asırda ancak çekirdekten yetişebiliyor, mekteb kitabını ancak terbiye ve tâlim mütehassısları yazabiliyor. Binâenaleyh, muallim yetiştirecek bir Dârülmuallimîn/erkek öğretmen okulu, ilmi Türkçeleştirecek bir Dârülfünûn/üniversite, işte bu iki müessesenin lüzumu, bu kurtuluş işinde her şeyden evvel göze çarpıyor. Tûbâ ağacı nazariyesini ortaya atan Türk âliminin, bu on dört senelik inkılâpta en doğru fikri söylediği anlaşılıyor:
Gelmiştir o nâzır-u yegâne
Gûyâ bu kelâm içün cihâne
Yahya Kemal Beyatlı
Edebiyâta Dâir, Yahya Kemal Beyatlı – İstanbul Fetih Cemiyeti, 2.Baskı 1984, s.84