“Ey dost!
Bir Allah âşıkı ki, câna lezzet veren îlahî aşk şarabını kendi içinde bulup, onunla şevke geliyor, böyle bir âşık için artık akıla ihtiyaç kalmaz. Cüz’î akıl, bu âşıkın sırrına eremediği için kendinden geçer. Böyle bir insanda akıl kalacak olsa o zaman aşkı inkâra kalkar.
Zîrâ hâlis aşk, aklın üstünde bir neş’edir. Âşık denende akıl, eğer eriyip yok olmamışsa bundan aşka ziyan vardır. Akıl, aşkın zevkindeki sırrı anlamadığı için, onu bilmek ister fakat bilemez. Ne yazık ki insan bilemediklerinin düşmanıdır. Aşkın da kudret ve yüceliğini idrâk edemeyince ona düşman kesilir.
Cüz’î akıl sâhipleri bâzen sırlara da sâhip olduklarını sanarak, bu hâle gücenirler. Bizim aklımızda hiç iz’ân yok mudur? Diye sual açarlar.
Onlara demek lâzımdır ki cüz’î akıl gerçi zekîdir, bilicidir. Fakat yok olmamıştır. Kaldı ki, melek bile yok olmadıkça şeytandan farksız olur.
Ateşten yaratılan şeytan nasıl topraktan yaratılan insandan üstün olduğunu iddia ederek Âdem’e secde etmedi; ben dâvâsı güttü ve bunun için yerinden göğünden koğulduysa tıpkı bunun gibi, nurdan yaratılmış olan melek bile ben nurdan yaratıldım iddiâsiyle secde etmeseydi aynı şeytan olurdu.
Cüz’î akıl, sözde ve davranışta bize yakın görünür, bizim dostumuz olur. Ancak hâl bahsine gelince olduğu yerde kalır.
Cüz’î akıl Mi’rac gecesinde son makama varıp da Hazret-i Muhammed’e ben buradan ileriye bir adım daha atarsam, tutuşurum, yanarım diyen Cebrâil gibi, kendi hudûdundan ileriye gidemez.
Çünkü cüzî akıl henüz geçici vücudun malıdır. Bu aldatıcı varlıktan henüz geçmemiş, henüz vahdette fâni olmak sırrına ermemiştir.
Halbuki ruh aslında kemâlin ta kendisidir. Ona noksan getiren hayvânî rûhun ve cismânî arzuların galebesidir. Ancak bu hayvânî ve cismânî bağların kaydından kurtulup aslını ve kemalini bulursa sesi de edâsı da aynı kemâl olmuş olur.”
(Hz. Ken’an Rifâî/Şerhli Mesnevî-i Şerif’den)