“Vefa”ya Dâir:
Dostlarım!
İyi veyâ kötü… Faydalı yahut zararlı herşeyi, bir başkasından öğrenmek üzere yaratılan insanoğlu, Ezelde verdiği sözün mânâ ve mahiyetini de mutlaka bir başka kimseden öğrenecektir.
İşte, bugün yaygın olan kelimeyle söylersek, bu kimsenin adı ÖĞRETMEN’dir. HOCA’dır.
Bu kimse, müsbet ilimlerden hangisini kendisine dal olarak seçmiş ve diploma almışsa, öğrencilerine bu ilim dalında bilgi aktarırken, onlara Ezel Ahdi’ni unutturmaya değil, bilâkis, hatırlatmaya da çalışacaktır.
Hele, bu kimse din görevlisi ise… Mesûliyeti daha da fazladır.
Zîra beşer cinsi, her ne kadar Bukalemun’u diline dolar; taklitçi olarak maymunu “Bir numara” diye ilân ederse de, aslında, en çabuk renk değiştiren ve en fazla taklit kaabiliyeti olan mahlûk, kendisidir.
Bu yüzden, herhangi bir sebeple yakın bulunduğu kimselerden, kolayca etkilenir ve huy kapar. Kısa zaman sonra, o kimselerden görüp duydukları, kendisinde yerleşir ve KARAKTER hâlini alır.
İşte, öğretmen yahut Hoca durumundaki insanın vasıfları, bu yüzden önemlidir.
HOCA genç dimağlara kötü veya iyi örnek… Ama neticede mutlaka bir örnek teşkil ettiğini bilecektir. Bilmelidir.
Herkesten önce onun, “Ezelde verilen ahdi.” unutmayan özelliklerle bezenmiş olması gerek ki; kendisiyle yakın temasta bulunan ve ilim bakımından, öğretmenin birer çırağı demek olan öğrenciler; bu bilgileri edinmekten asıl maksadın “Belî!” diyebilmek olduğunu da üzerlerine sindirsinler.
Hocalarını, vicdanları terâzisinde tartıp; seçtiği müsbet ilim dalından tam, fakat, insanı insan yapan hakîkî değerler açısından noksan bulmasınlar.
Bu vasıfları taşıyan öğretmenlerin hakkını ödemek, hiçbir şekilde mümkün değildir.
Örnek iyi, güzel, tam olmazsa, kopyesi tam olur mu?
Öğretmen, öğrencileri tarafından sevilecek ki; taklid edilecek kadar câzip olabilsin. İşte, ilmine ve hikmetine sınır bulunmayan Rabbimiz, bize, gene bizim cinsimizden bir KILAVUZ, bir REHBER…
Bir öğretmen göndermiştir ki; O’na kolayca ısınabilelim, sevip, peşinden gidebilelim. O Yüce Rehber ki: “Ben, ilim şehriyim…” buyuruyor.
Ezel ahdini tutmak, ancak ve ancak, o “ilim şehrinin” sınırları içine girmekle mümkündür.
Başı derde giren… kötülerin şerrinden kaçan insan, polis veya emniyet kuvvetlerine sığınırsa, karakola sığınırsa, emîn bir yere başvurmuş olmaz mı?
İşte, “İnsanlara, akılları seviyesinden hitab ediniz!” diyen O Yüce Peygamber’in ilim şehrine girmeyi başaranlar da “El Emîn”in ülkesinde, elbet, güven içindedirler. “Onlara, korku ve hüzün yoktur.”
Onlardan bir Yüce Dost:
“En mes’ud olduğum an; bir şey öğrettiğim yahut bir şey öğrendiğim andır.” diyor. Bu dünya, koca bir okul… beşeriyet ise talebelerdir.
Beşeriyet; ıstıfa edilmiş, seçilmiş, süzülmüş mürşidini… yani hocasını anlamadan; O’nu iyi tanımadan, O’nun ölçülerini anlamadan ezeldeki sözünü de anlayıp, hatırlayamaz ve yapması gerekeni yapamaz. O hâlde, bize; Kâinat’ın Efendisi’ni anlatmak, tanıtmak ve öğretmek için de bir öğretmen gerekiyor.
O’nun soyundan gelip, beşere, ezeldeki ahdini unutmaması için hâlâ daha seslenen bir büyük insan:
“Her kilidin bir anahtarı vardır. İlmin anahtarı ise, sormaktır.” der. Demek ki; “ilim şehri” ne de sora sora ulaşacağız. En basit bilgileri bile ne zahmetler çekerek elde ediyoruz. Sürücü kursları, bilgisayar ve lisan kursları… hele düşünün!
Büyük insan İmam Gazâli’ye:
“İlimde vardığın bu yüksek dereceye nasıl ulaştın?” diye sorduklarında, şu cevabı verirmiş:
“Bilmediğim bir şeyi sorarak!”