Ferîdeddin Attar, şöyle bir hikâye anlatır:
Kölenin elinde çok kıymetli bir lâl kadeh vardı. Değerine paha biçilemeyecek bu kadeh elindeyken; Pâdişah :
—At onu, dedi.
Köle, kadehi öyle bir vurdu ki yere; paramparça oldu.. kadehten eser kalmadı.
Etraftaki halk, hayrete düştü. Olacak şey değildi. Herkes şaşkın ve heyecanla köleye bakarken; köle de mütebessim, onları seyrediyordu.
Biri çıkıştı:
—A köle, dedi, cihânı aydınlatan kadehi neden böyle kırıverdin?
Köle dedi ki:
— Pâdişâhın buyruğunu yerine getirmek; bence balıktan Ay’a kadar.. belki bundan da yüce bir iştir. Sen, kadehe baktın! Fakat ben, Pâdişâhın buyruğundan başka bir şeye bakmam! O’nun buyruğuna kulum ben. Kul, ona derler ki; buyruğa uyar. Kadeh nedir ki? O’nun buyruğunu canla başla kabûl eder, dilerse can verir.
Üstte okuduğunuz hikâyedeki paha biçilmez kadeh, acabâ nasıl bir şeydi? Bu hikâyeyle, Attar gibi Mevlânâ’nın övmekle bitiremediği bir büyük insan, ne demek istemiş olabilir?
Yoksa bizim varlıklarımız mıdır bu “cihânı aydınlatan” kadehler? Bizi Yaratan Pâdişah, insan olarak dünyâya getirmeseydi; biz ”balıktan Ay’a kadar” bildiklerimizi nasıl bilecektik ve bu bilgilerin ışığı bu cihânı nasıl aydınlatacaktı?
Kölenin yâni kulun kırması gereken kadeh, egosundan başka nedir?
Akıllı geçinen dünyâ düşkünleri, nefsinden ibâret alışkanlıkları fırlatıp atan, beden kadehini kırıp; içindeki “inci”yi ele geçirmiş büyük ruhlara dâima şaşırmış.. hattâ onları taşlayıp hayâtı zindan etmişlerdir.
Fakat Pâdişah’ın emir ve buyruklarından başka öncelik tanımayan o büyük ruhlar, kendilerini aşağılayan câhillere gülüp geçmişlerdir.