KOSTROMA HASTÂNESİNDE
Buradaki hastânede hemşire vazifesi yapan fakat hiç de hemşireye benzemeyen bir sürü genç ve süslü kadın vardı. Bunlar, genç erkeklerle flört edip, vakit geçiriyorlardı. Sonradan, bunların cephede olan askerlerin ve subayların karıları olduklarını öğrendik.
Maaşsız, boğaz tokluğuna hizmet ediyorlarmış. Bunların yüzünden herkes hastalığını unutmuş, aşk mâcerâsına dalmıştı. Delikanlılar arasında rekabet yüzünden dövüşenlere ve elektrik masajı bahanesiyle odalara kapanan çiftlere sık sık rastlanıyordu.
Rus hastânelerinde hastalar, kendi mürâcaatları olmadan taburcu edilmezmiş.
Hangi hastalık olursa olsun, her sabah, yanı başınızdaki komodinin üzerine bir ekmek ile beş topak şeker konuluyordu. Hastalara ilâç yerine bol bol elektrik masajı uygulanıyordu.
Her yerde olduğu gibi bu hastânede de tedâvi eden doktorların çoğu Alman, Avusturyalı ve Macar esirlerdi. Pek çok Alman ve Avusturyalı hasta subay ve er vardı. Alman Kızılhaç teşkilâtı, esirlere bol miktarda yiyecek ve kitap dağıttı.
Bu arada Türkleri de mahrum etmediler. Hastânede yirmi beş kadar Türk subayı vardı ama gerçek hastalar beş kişiden ibâretti.
Almanlar’ın hediye dağıtmasından ilham aldık.
Yüzbaşı Ali Rıza Bey’i kendimize reis yaptık. Başhekimden izin alarak, Merkez Komutanı’na gittik.
Diğer milletlerin, kendi memleketlerinden yardım gördüklerini, halbuki Türkiye’nin uzaklığı yüzünden hiçbir yardım alamadığımızı ve binâenaleyh Moskova’daki Tatarlar’dan , Türk esirleri adına yardım toplamak üzere seçilen dört kişilik komitemize, konvoy refâkatinde Moskova’ya gitmek üzere izin vermesini ricâ ettik.
Hastânedeki arkadaşlara imza ettirdiğimiz mazbatayı da ibrâz ettik. Garnizon Komutanı, bir muhâfız askerle Moskova’ya gitmemize izin verdi. Şimendiferle/Trenle parasız gitmek için “depropusk”/geçiş izni kâğıdı yazdılar.
Muhâfızımız olan askere adını sorduk.
Adının Ömer olduğunu ve Kazan Tatarları’ndan olup, harp sebebiyle silâh altına alınan ihtiyat/yedek askerlerden biri olduğunu öğrendik. Bu tesadüften, son derece memnun kaldık.
Trende giderken, bu askerin millî hissiyâtını ve bize yapabileceği derecesini anlamak için sondajlara başladık. Umduğumuzdan da mükemmel çıktı. Ömer’le kısmen Rusça, kısmen işâretlerle, kısmen de Türkçe ve Tatarca kelimelerle anlaşıyorduk.
Maksadımızın Kazan’a gitmek olduğunu açıkladık ve bize yardım etmesini ricâ ettik. O da bu sâyede memleketine gitmek fırsatını elde edeceğini düşünerek çok memnun oldu. Moskova’da her türlü yardımı yapacağını söyledi.
SONUNDA MOSKOVA
Sekiz saatlik tren yolculuğundan sonra, 28 Eylül 1917 târihinde Moskova’ya geldik. Bizi doğruca Zeynelâbidin traktirine götürdü. Tatar lehçesiyle, bizi traktir sâhibi Zeynelâbidin Bey’le tanıştırdı. Burası, bir çeşit içkili lokanta idi. Müşterilenin tamamen Tatar olduğunu sonradan öğrendik.
Bizi büyükçe bir masaya oturttular. Tam öğle yemeği vaktiydi. Lokanta hıncahınç doluydu. Zeynelâbidin Bey, bir masanın üzerine çıkıp, bizleri halka göstererek, Tatarca birşeyler söyledi. Ne söylediğinin ve neler istediğinin farkında değiliz. Yanımızdaki Muhâfız Ömer’e sorduk.
“-Sizlere yardım parası vermelerini söyledi”, dedi.
Zeynelâbidin Bey masadan iner inmez yanımıza geldi, oturdu. Garsonları çağırdı. Yemek listesini getirdiler. Listenin bir tarafı Rusça, diğer tarafı da Arap harfleriyle yazılı Tatarca idi.
Yemek isimlerini bilmediğimiz için, yanımızdaki Ömer’in ısmarladığı yemeği biz de istedik. Yemekler gele dursun, Zeynelâbidin Bey, bizlerden memleketimiz hakkında bilgiler alarak konuşmaya başladık.