Türkler az yerler; ne çok çeşitli ne de çok nefis yemeklere düşkündürler. Türkiye’de lokantacılık hiç de kârlı bir iş değildir. Denilebilir ki Türkler yemek için yaşamıyor, yaşamak için yiyorlar. Onlar hakkında söylenebilecek iyi şeyler aşağı yukarı bunlardan ibârettir.
Kötü taraflarına gelince, çok mağrurdurlar, kendilerini bütün milletlerin fevkinde/onlardan üstün görürler. Yeryüzünün en cesur ve en asil kavmi olduklarına inanırlar.(….)(Sayfa 111)
Türkler’de Zâbıta
Türkler, her sahada düzeni o kadar severler ki, onu korumak için hiçbir şeyi yapmaktan çekinmezler. İnzibat, düzeni tesis eden kimselerin başında geldiği için, ona riâyet edilmesine/uyulmasına özel bir önem verirler. Türkiye’de her şey bol ve ucuzdur.
Yeşil nohut veya başka meyveler, bizim memleketimizde olduğu gibi altın pahasına satılmaz. Her türlü eşyâ mâkûl/uygun fiyatlarla satılır. Kim meyveleri erken getirirse, en çok parayı da o kazanır.
Bir Türk’e rayiç fiyattan daha pahalıya mal satmak isteyen biri çıksa, ya orada dövülür yahut adâletin huzuruna çıkarılarak değnek cezasına mahkûm edildikten başka tazminat da ödetilir.
Bu sebepten, mal satanların tartılarını kontrol etmekle vazifeli olan memurlar, satıcıları her gün kontrol ederler. Eğer terâzisi hîleli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesâdüf ederlerse derhâl değnek cazâsını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler.
Öyle ki satıcılar, bu cezâlardan korkarak genellikle tartılan malın üzerine bir miktar daha ilâve ederler.
Böylece pazara, oradan ne almak istediğini söyleyebilecek küçük bir çocuğu yollamak da mümkündür.
Zîra çocuğa yolda rastlayacak zâbıta memurları, malı kontrol edip eksik buldukları takdirde, satıcısını derhâl cezâlandıracakları için, hiç kimse çocuğu aldatmaya cesâret edemez.
Bir sefer, “libre”si beş akçeden kar satan bir adamın, tartısının yanlışlığı yüzünden dövüldüğüne şâhit oldum. Bir çocuğa soğan satan bir başkasına da, çocuğa yolda rastlayıp noksanlığı tesbit eden zâbıta memurlarının 30 değnek vurduklarını gördüm.
Sokakta meydana gelebilecek kavga ve gürültülere gelince, herkes bunları önlemekle mükelleftir. Halkı, bu kavgaları önlemeye teşvik için bir de kanun çıkarılmıştır.
Bu kanuna göre, sokakta bir Hıristiyan, bir Türk veya Yahudi öldürülmüş olsa ve kaatili bilinmese, ölü hangi evin önünde bulunmuşsa o evin sâhibine kan bedeli ödetilir.
Bir adamın kan bedeli de 500 kuruş/Kuruş; Lira’nın yüzde biri değerindeki Türk para birimi yâhut 45.000 akçe –Akçe; Selçuklu ve Osmanlılar’da para birimi olarak kullanılan gümüş mâdenî para-sikke dir. Böylece cinâyetlerin önlenmesinde herkes vazifelendirilmiş olmaktadır.
Gece karanlığında çıkması muhtemel kargaşalıkları önlemek maksadıyla, güneş battıktan sonra sokakta dolaşmak, Ramazan ayı müstesnâ, yasak edilmiştir. Bütün gece sokakları dolaşmakla vazifeli memur olan Subaşı, rastladığı adamı Kadı’ya götürür.
Kadı, adamın kimliğini tesbit ettikten sonra ertesi sabah yargılanmak üzere hapse gönderir. Yargılama sırasında, geceleyin sokakta bulunmasının sebebini ve mâzeretini ispatlayamadığı takdirde değnek cezasına ve tazminata mahkûm edilir. Sonuçta hiçbir cezaya uğramadan kurtulsa bile böyle bir duruma düşmüş olmak utandırıcıdır. (sayfa:126)
(*)Relation d’un Voyage Fait au Levant. Par Monsieur de Thewenot. Paris,1665.,Bedir Yayınevi, 1969.
(Bu tercümenin aslı 1919 yılında ‘Les Turcs d’apres les auteurs celebres – Divers temoignages et opinions-“ adı ile ve Prof.Ah.Djevad imzâsıyla yayınlanmıştır.)