Şimdi, Müfreze Komutanı Şerâfettin Bey’i dinliyoruz:
(Serî yürüyüşle Bornova’ya ulaştık. Fakat, sokak aralarından geçerken, önceden tahmîn ettiğimiz gibi bizi; evlerden şuradan buradan müthiş bir ateş karşıladı.
Bu sırada atım yaralanarak, öldü.
Düşmanla çarpıştığımızı gören Alay Komutanım Reşat Bey, derhâl Amasyalı Mehmet Bey’in bölüğünü, bizi takviye için gönderdi.
Beni de, iki bölükten meydana gelen müfrezenin komutanlığına tâyin etti. Sokak savaşlarından sonra, Bornova İstasyonu’nu işgale ettik.
Ve İzmir şosesine çıkarak yürüyüşümüze devâm ettik.
Bu sırada da bağlar ve bahçeler arasından üstümüze ateş ediliyordu.
Fakat, bu ateşlere önem vermiyorduk. Mersinli’ye geldiğimiz zaman, Karşıyaka yönünden gelerek İzmir’e doğru giden bir piyâde yürüyüş koluna rastladık.
Bunları da önemsemeyerek ilerledik.
Bu yürüyüşlerimiz esnâsında gördüğümüz düşman askerlerinin hepsi de silâhlı olduğu hâlde, ateş etmekten korktuklarını; evlerin, duvarların arkasına kaçmaya çalıştıklarını görüyorduk.
Hiç birinin silâha davranmaya cesâret edemeyişi, düşmanın moralinin nasıl olduğunu çok
güzel anlatıyordu.
Hâlbuki, sonradan öğreniyoruz ki; bu düşman kuvveti, Alay büyüklüğündeymiş…
İşte buna çok şaştık. Mersinli’yi geçip, Tuzakoğlu fabrikasının önüne geldiğimizde, üzerimize yoğun ateş açıldı. Müfrezemizin en önünde, yaya olarak koşan sekiz kahraman askerimizden dördü, burada şehîd oldu.
İzmir kapısında verdiğimiz bu son şehitlerin rûhuna Fâtihâlar okuyarak, yolumuza devâm ettik.
Nihâyet, İzmir sokaklarına girdik.
Bütün yollar, çığlık çığlığa kaçışan Rum göçmenleri, eşyâ yüklü arabalar, başıboş veyâ yüklü hayvanlar… Silâhlı bombalı sivil, asker; binlerce perişan insanla doluydu.
Bunların arasından korkusuzca; sanki bu mahşerî kalabalık yokmuşçasına dört nala yıldırım gibi geçip giden Türk askerinin o andaki hâlini kelimelerle anlatabilmek mümkün değildir.
Zirâ bu, sayı bakımından yüzlerce misli fazla ve tepeden tırnağa kadar silâhlı bir düşman kalabalığı arasından geçişti.
Bunlara bakacak fazla zaman bile bulamadan, yıldırım hızıyla, yalın kılınç âdetâ uçuyorduk.
Punta İstasyonu’nun köşesine geldiğimiz zaman, bir İngiliz Amirali gördük. Yanında yâveri ile bir bahriye -deniz- müfrezesi vardı.
İzmir’de yabancılarla resmen görüşmeye memur olarak birlikte giden Âtıf Bey’i, bunlarla konuşması için yanlarına gönderdim.
Bölüğümüz, heybetli yürüyüşüne devamla, Kordonboyu’na girdi.
Evlere, balkonlara, dükkânlara Türk ve Müttefik Kuvvetler bayrakları asılmıştı. Askerlerimiz, hayret ve takdirle alkışlanıyordu.
Bütün Kordonboyu, ömrümde eşini görmediğim mahşerî bir manzara arz ediyordu.
Denize dökülen mağlûplarla, hızını alamamış; şahlanmış zafer, burada son karşılaşmasını yapıyordu.
Fakat, burada karşılaştığımız sürüler hâlindeki düşman subay ve askerlerini esir etmek için kaybedecek vaktimiz yoktu. Her şeyden önce, İzmir’de, bizi bekleyen kardeşlerimizi kurtarmak lâzımdı.
Bu konuda bir dakikanın bile kıymeti, önemi vardı.
İzmir’deki Türklerin de; Alaşehir, Sâlihli ve Manisa gibi yerlerde Türklerin uğradığı acı âkıbete uğramamaları için, şehrin, en hızlı şekilde ele geçirilmesi gerekiyordu.
Buna rağmen, yol boyunca rastladığımız Yunan asker ve subayları, mertçe bir tek kurşun atmaya bile cür’et edemediler.
Kordonboyu’nda rastladığımız İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan denizcilerinin de başları öne eğikti.
Biraz daha ilerledikten sonra, dikkate değer bir olayla karşılaştık; bütün düşman subay ve askerleri gibi, pasaport dâiresinin önünde gördüğüm silâhlı bir sivile de: ”Elindeki silâhı derhâl denize atmasını” ihtar ettiğim hâlde, bu adam atmak istemedi ve elindeki bombayı derhal üzerime fırlatarak yeni hayvanımı öldürdü; beni de iki yerimden yaraladı.
Bombanın ânîden patlayışı, kendimi kılıcımla korumama fırsat vermedi.
Saldırgan da limandaki göçmenlerin arasına karışarak kayboldu.
Aslında, böyle şeylerle uğraşacak, yaraya bereye bakacak hâlde değildik. Yürüyüşümüze aynen devâm ederek Kemerönü’ne vardık. Burada, târif edilemez bir heyecan ve sevinç içinde ağlayarak bizi karşılayan bir Türk çocuğunun:
”-Gelin!…Gelin!…” Diye, önümüze düşmesiyle Hükûmet Konağı’na ulaştık.
Ön kapı, kapalıydı. Arkadaşım Mülâzım Rızâ ile yan kapıya koştuk, girdik. Büyük kapıyı içerden açtık. Derhâl, gerek Hükûmet binâsının ve gerekse kışlanın değişik yerlerine nöbetçiler diktik.
Bu esnâda binlerce kadın, erkek, ihtiyar, çocuk; bizi bağırlarına basmak isteyen bir sevinç içinde ağlaşarak ve âdetâ bir sel hâlinde üstümüze akıyordu.
Bunlardan birinin öpe öpe verdiği, gözyaşlarına bulanmış Türk bayrağını çekmek üzere, Hükûmet binâsının direğindeki Yunan bayrağını indirdik ve bir alkış tûfânı ortasında, haklı bir gururla, süzüle süzüle yükselen şanlı bayrağımızı dalgalandırdık.
Her Türk gibi ben de murâdıma ermiştim. O sırada can verseydim de artık gam yemezdim.)
İzmir’e, süvârilerin ardından giren ilk piyâde birliğinin 135. Alayı Komutanı Müfit Bey de, o günkü durumu şöyle hatırlıyor:
(İzmir, târifsiz bir sevinç içinde yüzüyordu. Kadınlar, çocuklar sırtlarındaki çuvallarla getirdikleri şeker ve sigaraları kendi elleriyle askerlere veriyorlar; ayrı ayrı hepsine evlât, kardeş, baba sevgisiyle sarılıp öpmekten kendilerini alamıyorlardı.
Üstümüze çiçekler serpe serpe bitiremiyorlar, atlarımızın ayaklarına kapanıyorlar, dizginlerini birlikte çekiyorlardı.
Bütün minârelerden yayılan tekbir ve Kelime-i Tevhîd nidâları ortasında ilk defâ olarak daha birkaç saat öncesine kadar düşmanın bağrına süngü saplayan Mehmetçiğin de nihâyet kendini tutamayarak ağladığını gördüm.)
Yazımızı, Türk askerinin İzmir’e girişine şâhid olan tanınmış bir Amerikalı gazetecinin şu sözleriyle bitiriyoruz:
(Ben, Türk Ordusu gelmeden önce İzmir’e ulaştım. İşgalden bir iki gün önceki İzmir’in ne hâlde olduğunu anlatmak gerçekten çok zor. Şehir, mahşer kalabalığı gibiydi.
Çevre köylerden kaçanların ardı arkası kesilmiyordu.
Bir taraftan da kaçmaya çalışan askerler şehrin her tarafına yayılarak paniği ve korkunun şiddetini artırıyorlardı.
”-Anibal kapımızda!”
Sloganının eş anlamlısı olan ”Erkete Turcos!” nidâları ortalığı çınlatıyordu.
Dünyâda, galip bir ordunun bir şehre zaferle girişi kadar insana gurur veren hiçbir şey yoktur, olamaz! Bir ecnebi olarak bu iftiharda benim nasîbim yoktu.
Hisseme düşen, bu cidden asil ve kahraman Türk askerlerini takdir etmek ve onları yüceltmek oldu.
Türk askeri, uzun savaş günlerinin tesiriyle, sakalları uzamış; yüzleri güneşten yanmış, üstü başı toz toprak içinde olduğu hâlde gene dinç, gene başı dik, kuvvetli ve metîndi.
İşte bu askeri gördüğüm dakikada, Yunanlıların beklenmedik çöküş ve yenilgilerinin sebebini de anlamış oldum. Böyle bir ordu karşısında hiçbir kuvvet duramazdı…)
Mahmut Nedim Soydan’ın Günlük Notlarından özetler.