Sultan Orhan zamânında Ahmed Ağa diye birisi, Mehmed Ağa’ya tarlasını satmıştı. Mehmed Ağa tarlasını sürerken Saban’ın demirine bir şeyin takıldığını farketti. Hemen toprağı eşeledi ve bir testi altın buldu; “Bu altınlar benim değil, herhâlde Ahmed Ağa gömmüş ve sonra da unutmuş olmalı” diyerek, testiyi götürüp tarlanın eski sâhibine teslim etti.
Fakat Ahmed Ağa:
“-Hayır… Bu altınları ben gömmedim; tarlayı sen satın aldığına göre, altınlar da senindir.” Dedi.
Anlaşamayan bu iki şahıs, o zamânın Mahkemesi demek olan Kadı Efendi’ye başvurdu.
Kadı, iki tarafı da dinledikten sonra:
“-Mâdem ikiniz de altınları kabul etmiyorsunuz, öyle ise Beytülmâl (Devlet hazînesi)’e devredelim,” dedi. Taraflar bunu kabul etti.
Peşinden Kadı Efendi görevinden istifâ etti. Neden istifâ ettiği sorulunca da şu cevâbı verdi:
“-Benim vazifem, hakkı hukuku ayırt etmektir. Hâlbuki bu milletin fertleri, birbirlerinin hak ve hukukunu çiğnememek için yarışıyor. Ben de haksızlık ederek onların kesesinden karnımı doyurmamalıyım.”
İki kişinin tarladan çıkan parayı almamak üzere dâvâlık olması; sonra da sâhipsiz kalan altınların hazineye devredilmesi ile aynı hazineden maaş almak durumunda kalmaktan yâni vebal altında kalmaktan kaçınan hassâsiyette bir Kadı yâni hâkim düşünün! Türk toplumu, bu anlayışa sâhip.
İşte bu güzel şartlarla, Osmanlı Devleti’nin son zamanları ile kıyaslanırsa; sağlam bir devlet yapılanması ile aynı devletin çöküş sebepleri çok net şekilde anlaşılır.