Söze Başlarken
Yüce Yaradan’ın huzurunda ‘Besmele’ çekerek ve ‘önce selâm, sonra kelâm’ diyerek söze başlamak isteriz… Söze başlarken de önce tek hakîkat olan ‘Sâhib-i Hakîkî’yi ve O’nun Resûlü sevgili Peygamberimizi selâmlıyoruz…
Allah dostlarını, Hakk’a yürümüş nice Rifâi bendesini selâmlıyoruz… Allah’ın sonsuz rahmeti üzerlerine olsun!.. Aynı mânâyı paylaştığımız gönül dostlarımızı, yol arkadaşlarımızı selâmlıyoruz… Allah’ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun!..
Kenan Rifâi Hazretleri buyuruyor ki: “Şunu bilmeli ki kâinattaki bilcümle mevcûdâtın maksadı, Hakk’a erişmektir. Gaye, maksat budur.” [Sohbetler, 1, 129.s.; 2.bs., 2000, 97.s.]
“Hayattan maksat, ezeldeki ahdini bu dünyâda yerine getirmektir…” [Sohbetler, 2, 231.s.; 2.bs., 2000, 461.s.]
“İnsanlıktan maksat, her şeyi birlemektir…
Hâsılı insanlıktan maksat, bütün mevcûdun Hak olduğunu bilmektir…” [Sohbetler, 1, 58-59.s.; 2. bs., 2000, 44.s.]
İnsanın hem aklının hem de tutkularının olması, melekler ve hayvanların da bulunduğu varlık mertebesinde ona seçilmiş bir yer, üstün bir mevkî sağlamaktadır.
Bu özelliğiyle insan, bir yandan en güzel yaratılmış olmakla övülürken, diğer taraftan ahlâkî ve mânevî düşüş tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Buradan hareketle, insanın yüklendiği bildirilen emanet de ‘mükellefiyet’ ve ‘mes’uliyet’ olarak yorumlanmaktadır.
İslâmî açıdan mesele, insanın istek, güç ve imkânlarının hangi değerler istikametinde kullanılacağı, dolayısıyla âkıbetinin ne olacağıdır.
İnsan, seçiminde hür olduğuna göre onun hürriyetini anlamlı kılacak olan ‘sorumluluk’ fikridir.
İslâmın klasik tefekkür geleneğine göre, yaratılmışlar içinde yer yüzünde yalnızca insan halîfe kılınmış olup, bu ona kendisine lütfedilen akıl sâyesinde kendi insanî varlığında tecellî eden hakîkati kavrama gücünü vermiştir.
Bundan dolayıdır ki, varlığına dönük benliğini aşarak, nefsini öldürerek, şahsiyetini, ruh ve gönül dünyâsını kemâle, mânevî olgunluğa kavuşturmak mes’ûliyetini taşımaktadır.
Mürşid-i ağâh Ken’an Rifâî Hazretlerinin ifâdesiyle:
“İnsan demek, fikir demektir. İnsan olan, düşünecek ve dünyâya niçin geldiğini düşünerek Allah’ı bilmiş olacaktır. “ [Sohbetler, 2, 165.s.; 2.bs., 2000, 414.s.]
Allah dostu Sâmiha Ayverdi diyor ki:
“Dünyâya gelmekten maksat, irfâna ermek, yâni her yaratılmışta Hakk’ın tecellîsini görmek, daha doğrusu her şeyi Hak görmektir. [Mülakatlar, 2000, 39.s.]
İnsanı ve toplumu ahlâkî ve fikrî yozlaşmadan ve îman zâfiyetinden kurtaracak tek çözüm, onu Hakk yolunda buluşturmak, kendisine ve Hakk’a karşı vazgeçilmez bir sorumluluk duygusu ve anlayışıyla uzlaştırmaktır!..
Güzel insan kimdir?
Değer verdiğimiz, takdir ettiğimiz insanlar için ‘Güzel insan’ tabirini kullanırız. Ebedî âleme göç edenlerin ardından da ‘Allah rahmet etsin!..’ ‘Güzel insandı’ deriz…
“Güzel insan” ifadesi, bu tarife hak kazanmış olan insanın dış güzellikleri için değil, onun şahsiyetinin, rûh ve gönül dünyâsının güzellikleri ve zenginlikleri; hayatta iken kendisine ve topluma madde ve mânâ plânında kazandırdıkları, millî ve dinî değerlerine, vatanına, milletine ve devletine bağlılığı ve bu yoldaki hizmetleri karşılığında kullanılmıştır.
“Güzel insan” olmanın sırrı nedir?..
Birlikte düşünelim ve ‘güzel insan’ kimdirin tarifini birlikte yapmaya çalışalım…
Günlük hayâtımızda sıkça karşılaştığımız millî îman ve heyecandan mahrum, târihinin, an’anesinin, iftiharlarının yabancısı, kafası ve gönlü sahte ve taklit değerlerle doldurulmuş, zihniyet kirliliği yaşayan, fikrî ve mânevî savrulmalarla ruh kökünden kopmuş insanlar ‘güzel İnsan’ olabilir mi?
Bu sıfatı onlar için kullanmamız düşünülebilir mi?..
Vatan, millet ve devlet düşmanları, bozguncular, bölücüler, sosyal medyada her alanda tetikçiliğe soyunanlar, ‘güzel insan’ sıfatına ne kadar uzak ve yabancıdırlar!..
Sıfatı büyük, dışı yaldızlı, mânâsı olmayan küçük insanlara “güzel insan” dememiz nasıl mümkün olabilir?..
Allah korkusu olmayan, kul hakkı tanımaz, şeytanlaşmış, vicdanını satılığa çıkarmış, Hakk’tan gâfil insanlara “güzel insan” sıfatını yakıştırmak hiç mümkün müdür?..
Nefsinin kölesi olan, kibrini bir kartvizit gibi ismiyle berâber taşıyanlar; sûret, şekil ve maddiyatta takılıp kalanlar ‘güzel insan’ sıfatına hak kazanabilirler mi?
Her şeyi bilen kendini bilmezlere, sözde kalıp özden mahrum olanlara, papağan gibi ezberlerini konuşanlara, doğruları görmeyen, hakîkatleri inkâr edenlere ‘güzel insan’ yakıştırması yapılabilir mi?..
Sevgi dili yerine, sivri dilleriyle Allah’ın nazargâhı olan kalpleri kırmayı alışkanlık hâline getirenler için bu sıfatı nasıl kullanabiliriz?..
Kimileriniz bu satırların yazarına: ‘Sen hangi hak ve sıfatla insanları bu şekilde tasnife tâbi tutuyorsun?..’ diyebilir… Onlara cevabım şu olacaktır.
Mensubu olmakla bahtiyar olduğum milliyetim, hayat ve huzur bulduğum dinim hakkı için söylüyorum ki:
Siz, ‘Söyleyene değil, bu fakire bunları söyletene ve yazdırana bakınız!..’
Bir söyleten ve yazdıran var!… Bizim adımıza tesbihin tanelerini çeken var!..
Duygu ve düşüncelerimizi, rahmetini ve hikmetlerini lütfedip, kelimelerin kalbine yazdıran Allah’a hamdolsun!.. Allah, murâdı ne ise onu müyesser eyler!..
Ken’an Rifâî Hazretlerinin dediği gibi:
“Güzel ahlâklı olan kimse, insanların hayırlısıdır. Güzel ahlâk, Allah’ın ahlâkıdır ve iman cihetiyle Allah’a yakın olan, ahlâkı güzel olandır…
Kötü ahlâklı olan ve akılları ancak dünyâya eren kimselerin de kalplerinden cehenneme bir yol vardır.
Zâhirde her ne kadar debdebe, ihtişam ve varlık içinde bulunsalar da kalpleri cehennem korkularından ve azaplarından hâli değildir.” [Sohbetler, 2, 177.s.; 2.bs., 2000, 422.s.]
Bu îtibarla,
kendine ve cemiyete dost değil, bâr olanlar, dostlukları menfaatleri ile sınırlı, vefâdan ve sevgiden yoksun insanlar “güzel insan” sıfatına hak kazanamazlar!..
Dünyâya gelmeyi basit ve kaba insiyaklarına tâbi olmanın ötesinde göremeyenler.. Çıkmaz sokaklarda yönünü şaşıranlar ve daha niceleri!.. Güzel, iyi ve doğruyu tanımak istidâdını hâiz olmayanların ‘güzel insan’ olması mümkün müdür?..
“Güzel insan”, “kendini” ve “Rabbini” bilen insandır!…
Kendini bilmek, şüphesiz nefsinin istek ve arzularının kulu ve kölesi olmak değil, aksine onların efendisi olmaktır. İnsanın gururundan, nefsinden, iktidârının vehminden sıyrılması ve bütün bunlardan arınan varlığını, kendi varlık aynasında seyretmesi, şahsiyetini mânevî güzelliklerle bütünlemesi, kendisiyle dost olması, kendini bilmektir.
Kendisini bilmek idrakine ulaşmak, varlığımızın mutlak olana, tek hakikate teslim olması halidir ki bu kurtuluşun ve dirilişin de sırrıdır!..
“Güzel insan “ olmanın sırrı da bu olsa gerek!.. İnsanın varlık sebebini bilmesi, bir başka ifade ile aslına dönüş iradesidir!..
Madde yoldur… mânâ hedeftir… İnsan mânâsı ile dirilmedikçe bir heykelden ibarettir…
İnsanoğlu maddenin ve maddesinin esiri olarak kendisini nefis zindanına hapsettiğinden beri, dünyaya gelişinin sebep ve mânâsını anlamaktan aciz kalmıştır…
Kendisini, kendi şekillendirdiği madde putunun kulu yapmak gafletinden kurtaramamış insanoğlu, fazilet ve hayrın sesine kulaklarını tıkamış, ahlâkî ve mânevî güzelliklere sırtını dönmüştür.Bu gafletten kurtulmak, şüphesiz bir hikmet alâmetidir.!..
Kendini bilmek, ruhi ve mânevî tekâmülün gereği ve şartıdır!… ‘Güzel insan’ olmanın sırrı da budur!..
Toplumdaki bozulmuş sosyal dokunun düzelmesi, her alandaki yozlaşma ve çürümenin önlenmesi, insanın mânâsını zenginleştirmesi ve öne çıkarması, şahsiyetini, ruh ve gönül dünyasını yüce değerler ve ahlâkî güzelliklerle bütünlemesi, varlık sebebini idrak, kısaca kendisiyle barışması ve dost olmasıyla mümkündür!..
Kendini bilmek idrâkinde yaşamak şüphe yok ki yüce Yaradan’ı tanımaktır… Zîrâ kendini tanımak, Allah’ın söz ve ifadesi mümkün olmayan varlığının görünür işaretidir!..
Allah’ı bilmek, Allah’tan başka fâil, ondan başka mevcut görmemek, Allah dostu olmaktır… Allah dostu ise rûh ve mânâ dünyasının kahramanı olan, benliğini nefsinden sıyırmış kendini tanıma bahtiyarlığına ulaşmış insandır.
Şüphesiz en büyük azap Allah’ın insana kendisini unutturmasıdır!..
Allah bizlere, kendi kendine karşı dürüst olmak fazîletini, kendini tanıma ve bu idrâk ile ‘bir güzel insan’ olarak yaşama bahtiyarlığını ve bu seviyenin üstün sıfatlı insanları olmayı nasip etsin!..
Ya Rabbî!.. Duâları Sen kabul edersin… ‘Müstecâb olmadık duâ yoktur…’
Bizleri madde ve mânâ plânında ebedî helâke mahkûm etme… Nefsimizi Müslüman eyle!..
Nefsimizin istek ve arzuları, hakîkatin önüne perde olmasın… Bizleri, Seni her dâim zikreden ve şükreden ‘güzel insanlardan’ eyle…
İlâhî!.. Günahkâr kulların Sana geldi… Affedersen şânındandır!..
Ya Rabbî!.. Bizleri ‘Hakk’ın boyası ile boyananlardan ve hilkatin gerçek hakîkatini görenlerden eyle!..
-İsmet Binark-(23 Kasım 2020 – Ankara)
(*)İsmet Binark, 1941 yılında, İstanbul Fâtih’de doğdu. İlk ve ortaokulu İstanbul’da, liseyi Ankara Gâzi Lisesi’nde okudu. 1963 yılında A.Ü. D.T.C.F.’den mezun oldu.
Millî Kütüphâne’de Başuzmanlık yaptı.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nin kurulmasına öncülük etti. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü görevinde bulundu.
Genel Müdürlüğü döneminde Osmanlı Arşivi tasnif çalışmalarını hızlandırdı. 1931 yılında Bulgaristan’a satılmış Osmanlı arşiv belgelerinin örneklerini Devlet Arşivi’ne kazandırdı.
Türk dünyâsı ve kültür zenginliklerimiz ile ilgili arşiv belgelerinin neşrini sağladı. Mühimme ve Tapu Tahrir Defterleri’nin tıpkı basımları ve transkripsiyonlu metinleri ile Osmanlı Arşivi kataloglarının neşri, Sayın Binark’ın Genel Müdürlüğü döneminde başlamıştır.
Bu çalışmaları ile Osmanlı Arşivi’ni yurtiçi ve yurtdışı ilim çevrelerinin gündemine taşımış, Türk arşivciliğine îtibar kazandırmıştır.
Türk kitapçılık, kütüphanecilik, arşivcilik, kültür târihi ve yakın dönem parlamento târihi konularında ve bibliyografya sahasında neşredilmiş kitap ve makaleleri, millî ve milletlerarası kongrelere sunulmuş tebliğleri bulunmaktadır.
Kitap ve makale olmak üzere, bâzı araştırmaları İngilizce, Almanca ve Arapçaya tercüme edilmiştir.
“Ekrem Hakkı Ayverdi” ve “Sâmiha Ayverdi” bibliyografyaları ile, 1999 yılında, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Kitâbiyat Dalı”nda yılın yazarı seçilmiştir.
Pek çok eserinin yanı sıra, 2002 yılında Kubbealtı Neşriyâtı arasında çıkan “Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları”nı da yayına hazırlamıştır.
1959 yılında el öpüp, Türk tefekkür, îman, ve kültür hayâtının son devir en seçkin sîmâ ve kalemlerinden, bir insân-ı kâmil, bir mürebbi olan Sâmiha Ayverdi’nin terbiye halkasına girmiş, talebi ve kabiliyeti ölçüsünde bu rahmet kapısından nasipdâr kılınmıştır.
Şahsiyetinin teşekkülü ve fkrî muhtevasının şekillenmesi, Sâmiha Ayverdi’nin rehberliğinde olmuş; hayâtını Türk ve Müslüman olmanın şuuru ve mes’ûliyetiyle yaşamaya çalışmıştır.