Dostum!
Mektubunu aldım, teşekkürler. Ama…
Sen –ne yazık ki- kadını kadın, erkeği erkek görme basitliğindeki genel anlayışa ayak uyduruyorsun. Cinsiyet ayrılığını tamâmen hiçe saydığımı zannetme sakın! Ama bu mes’elede hiçbir değeri yok, inan.
Bir kadın, kocasını koca olarak severken çocuğunu da nasıl “ana” olarak seviyorsa… Kendi anasını ayrı, babasını da ayrı sevebiliyorsa… Ve bunların hepsi de “sevgi” diye adlandırılıp, hiç kimse tarafından yadırganmıyorsa; “ruh akrabâlığının” gereği olan benim gibilerin sevgisi neden yadırganır ve neden akıllara hep bir tek şey gelir?
Cinsiyet, cisimler içindir. Hâlbuki rûhun cinsiyeti yoktur. Meselâ bir erkekle bir kadının evlenip birleşmesiyle ortaya yeni hayatlar çıkıyor; bunu normal ve tabiî karşılıyoruz da, olgun bir ruh sâhibinin, diğer bir acemi ruh sâhibine yeni evlâtlar bağışlayacağına… Yâni o kimsede yeni idrâkler uyandırabileceğine neden şüpheyle bakıyoruz? Yâhut, neden inkâr ediyoruz? Hattâ inkârla da yetinmeyip, o kimseleri lekelemeye kalkıyoruz. Çünkü ezberlemişiz ki hâmile kalmak için bir tek yol vardır; bunu da hemen herkes yapabilir. Nitekim meşrû veyâ gayr-ı meşrû olarak binlerce yıldan beri yapılıp gidiyor.
Peki, ya öbürü?
İşte onu her kişi yapamıyor ve kıyâmet de bundan kopuyor.
Sakın, seni suçladığımı düşünme!
Mektubundaki sözleri şaka olarak bile kabûl edemediğim için yazdım bunları…
Sevgi denilen şey, bir hesap kitap işi değildir. Şarta, kabûle de bağlanamaz. Acabâ sevsem mi sevmesem mi gibi düşünceler, sevginin; aşkın kanunlarına ters ve abes şeylerdir.
Ben, sevdiğim insanı bir uydu gibi severim… Hayâtımın merkezinde O var, bense dönüp duruyorum. Benim işim; her bir zerremle O’na tâbî olmaya çalışmaktan ibâret. İşin garibi, O’nda da kendisini “merkez” kabûl etmek gibi bir iddiâdan eser yok!
Şaş da kal.
Sen ne dersen de… Sözün özü şu şarkıda:
“İçen bir daha ayılmaz, aşkı gönül kadehinden.”
Selâm ve sevgiler.