Anacığım,
Bana her şeyi, evet hayatta karşılaşabileceğim her şeyi öğrettiğini sanıyordum.
Ne var ki işte, hiç ummadığım bir zamanda hiç beklemediğim bir şeyle yüzyüze geldim. Bu sebepten olmalı ki nerede gezdiğimi ve ne yaptığımı bilemez hâldeyim. Çâresizlik içinde sana bu satırları yazıyorum ve zannetme ki senden bir çâre veya akıl ummaktayım.
Hayır anneciğim, hayır! Aslâ herhangi bir ilâç aradığım yok. Ben, ilâcımın kimde olduğunu biliyorum. Ancak,nasıl oldu da böyle bir ihtimâlden hiç söz etmedin?
İşte şaştığım bu!
Meraklanmana gerek yok, muammâ gibi konuşuyorum ama, başıma geleni sana da anlatmazsam söyle kime anlatırım?
Sözün kısası, gâliba ben âşık oldum. Sakın gülme! Ve kelimelere olan titizliğinle bu cümledeki “gâliba” sözünden dolayı beni kınama! Buradaki gâlibayı bilerek kullandım. Çünkü ben, sevmenin ne demek olduğunu bildiğimi sanırdım. Meğer ne büyük hatâ imiş benimki…
Tamâmen isteksiz gittiğim bir arkadaş toplantısından târifsiz duygularla ayrıldım.
Hani sen, kehrübânın saman çöpünü kendine çekişini anlatmıştın ya… İşte ben de aynen bir saman çöpü olduğumu ve korkunç bir hazla çekildiğimi hissettim.
Bilirsin, seninle ana-kız olmaktan öteye iki sırdaş gibiyizdir. Hattâ öyleyiz. Lütfen, basit bir değerlendirmeyle; kızının büyümeye başladığını düşünerek şu anlattıklarımı hafife alma!
Eğer sen, bir ömür yaşayıp da,
bu ömrün bir tek ânında, otuz santim ötede oturan adama doğru canının çekildiğini yaşamamışsan, beni anlayabileceğini de hiç sanmıyorum.
Ve emînim, bu mektubu babam okusa, uçağa atladığı gibi soluğu burada alır ve beni doğruca psikiyatriste götürürdü. Kimbilir ne olmayacak ihtimâllerle zihnini yorar ve uykularını kaçırırdı.
Şükür ki sen, bir histeri krizine kapılmadığımı çok iyi bilirsin.
Senin duâlarına ihtiyâcım her zamankinden daha fazla…
Beni, bâzı arkadaşlarım hayâlci,bâzıları melânkolik ve gene bir kısmı da “geçmişte yaşayan bir zavallı” olarak görüyor.Varsın olsun…böyle görüşlere aldırış etmiyorum.Çünkü mes’ele,onların bir çırpıda geçiştirdiği basitlikte değil!
Ben, sana yazmayı bile ihmâl ettiğim aylar zarfında, tam iki defâ öldüm.
Ölüm ve hayat arası meğer kıl kadar bir mesâfeymiş.
Bunu, öyle derin öyle korkunç ıstıraplarla hissettim ki gayesiz ve kuru bir hayâlperestlik; yerini gayeli ve tatlı bir şevke bıraktı.
Pek çok kimseyi akıl hastanesine düşüren o melânkolik hâl, şimdi her yerde ve her şeyde sevdiğim insanı gösteren bir sırlı gözlük olup, çıktı.
Bana belirli bir mesâfeden bakıp, kolayına hüküm verme alışkanlığından kurtulamayanlar, varsın ne zannederlerse zannetsinler. Hiç mühim değil!
Hattâ böylesi daha güzel!
Böyle olursa, benim dedikodumla uğraşmaz ve beni kendi hâlime terk ederler. Hoş, bir bakıma insanı deli yerine koymuş oluyorlar ve yadırgadıkları pek çok söz ve davranışımı böylece mâzur görüyorlar.
İyi ya… benim aradığım da zâten dikkate alınmamak.
Biraz önce sözünü ettiğim ölüm lâfını gelişigüzel sarfetmedim.Mübâlâgalı bir ifâde olduğunu zannetme sakın.Değişik aralıklarla yaşadığım fakat temelde aynı olan iki hâdiseyi sözle anlatmam imkânsız.
İnsanın, hasret kelimesinden ne anladığına bağlı bu!
Bir isimle çağrılan, bir vücutla gezip tozan fakat dâimâ sevdiği kimseyle haşır neşir olan; ayrı bedende görünüp,aslında sevdiğinde yaşayan…gündelik iş ve vazîfelerini el yordamıyla yapan;aklı,fikri ve zikriyle o vazîfe ve işlerde olmayan birini düşün!
Böyle birini düşün ki, hasreti de anlamaya çalış!
Hele hele, bu hasretle yanıp tutuşurken; onu görmek veya hiç olmazsa sesini duymak imkânı da ortadan kalkmış olsun… Ve en fecîsi, insanın, sevildiğine dâir şüphelerle iç içe bulunması; işin içine kıskançlık ve haset duygularının karışması.
Hayâtın tadsız, gâyesiz, kuru bir hâl alması… korkunç bir şey bu!
İşte sana ölüm!
Gözlerinde akıtacak yaş bile kalmaması ölüm değil midir? “Ne olacak bunun sonu” sualine doğru dürüst cevap bulamamak ve çıldıracak gibi olmak ölüm değilse, ölüm nedir?
Bak, hisleri yazıya dökmek istedim de ne oldu? Basit, yavan, ruhsuz duruma düşürdüm duygularımı. O asil hissedişlerimi yükseklerden indirmiş oldum.
Bu mektubu birisi okusa, beni, erkek delisi çılgın bir mahlûk zannedecek.
Hâlbuki emîn ol, onu aramak, onunla berâber olmak isterken sâdece görmek; onu dinlemek ve yanında bulunmaktan öteye hiçbir beklentim yoktu.
Fakat şundan da aslâ emîn olmamışımdır; ateşle barut, ateşle benzin birbirine ne kadar mesâfede durmalı ki ortalık karışmasın?
İnan bana, bundan da hep korktum ve korkmaktayım.
Ben, kendimden korkuyorum. Ama, eğer bütün varlığımı sevdiğime bakarak ve ona tâbî olarak sürdürmeyi hayâtın biricik gâyesi bilmişsem; bu takdirde, ortada kendi istek ve arzularım diye bir şey de söz konusu olmamalı.
İşte bu “meydan savaşlarını” zor da olsa atlattıktan ve önümde nice büyük savaşın beni beklediğini unutmadıktan sonra, gerisi hiç önemli değil!
Şimdilik bu kadar. Yazmaya devâm edeceğim inşaallah, hoşça kal…