—Sanıyorum Mark Orel’in, şöyle bir sözü var: “Aşk, insanın diğer yarısını aramasıdır” diyor.
Bu sözle, Yenişehirli Avnî’nin şu beyti arasında ne fark var, yâhut fark var mı?
“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik,
Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik.”
*
—Aşk, insanın diğer yarısını araması ise; demek ki insanın yarım olduğu ve tamamlanabilmesi için de kendisindeki yarımı, diğer yarısıyla buluşturup, ona katması gerekiyor. Bunu aramanın adına da aşk diyorlar.
—İyi de, diğer yarı nerede veyâ kimde?
–“Canım cihâna serpildi, topla beni, kıvam gerek” sözünden yola çıktığımızda, üstteki sualin cevâbı şu olacaktır: Kâinatta!
Çünkü,”canım cihâna serpildi, topla beni” diyen Ulu; bizden bir parçanın bütün cihâna serpilip saçıldığını; o parçanın toplanması ve bize geri dönmesi için de “kıvam” gerektiği şartını bildiriyor.
—Cihan sözünden ne anlamalı sence?
–Cihan; insan, hayvan, bitki ve cansız saydığımız her şeyden ibârettir.O hâlde bizim diğer parçamız,yâni bizi yarım bıraktıran kısım,kâinattaki her “şeyde”dir.”Bir” yâni “bütün”,ancak bu parçaların toplanıp birleşmesiyle meydana gelir.
—Yâni?
–Şöyle düşünelim… İnsan, sevdiğini nasıl arar ve ona nasıl şiddetle hasret duyar, değil mi?Sevdiğimiz, bizden bir parçadır ve en önemli parçamızdır; onsuz yapamayız. Hayat, mânâsını ve güzelliğini ancak onunla olduğumuz zamanlarda kazanır. Bu, iki insanın arasındaki sıradan sevgi için geçerli bir kanundur. Çoğu zaman bedenî çekilişlerin yâni şehvetin batağında boğulur gider. Bu tip sevgiler o yüzden “sıradan”dır, diyorum.
Bu noktada geri dönelim ve “aşk, insanın diğer yarısını aramasıdır” sözünü yeniden ele alalım ve düşünelim;
(Aşk, iki parçaya ayrılmış bir cevherdir; bir parçası bende, öteki parça ise sevmem ihtimali bulunan ve karşı cinsten bir başka insandadır) diye mi anlayacağız? Yoksa;
(Bendeki parça, kâinattaki bütün varlıklarda mevcut aşkın minicik bir zerresidir. Herkesi ve her şeyi sevmeyi başardığım zaman, insan olarak tamamlandım demektir) şeklinde mi anlamalıyız?
—Bilmem ki… Biraz karışık iş değil mi?
—Karışık falan değil aslında… Şöyle düşün: severek evlenen fakat insan olarak tamamlanmak şöyle dursun, âile hayâtında mutluluk nedir tadamayan insanların varlığı, boşanmalar, kavgalar nedendir sanıyorsun?
—Geçimsizlik, uyumsuzluk değil mi canım?
—İyi de geçimsizliği, uyumsuzluğu doğuran şeyin ne olduğunu anlatıyorum zâten ben. Eğer bir kişiyi sevip onun kaşına gözüne, dış güzelliğine vurularak çekilen sıkıntılar “aşk” demek olsaydı; dünyâda câhil insan kalmaz… Kavgalar, kan dökmeler, nefretler ve hırslar da sona ererdi. Evet, bu tip sevgiler insanı aşka ulaştıran birer temrin olabilir. Fakat bu sınırda kaldığı sürece, câhiller onu aşk zannetse de bunun adı aslâ aşk değildir ve insanı insan yapmaz.
—Hiç öyle düşünmemiştim.
—Olabilir. Şimdi gelelim Yenişehirli Avnî’ye… Ne diyordu:
“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik
Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik.”
Evet… Biz bu dünyâya mevkî, mansıp edinmek için gelmedik; biz,”bir yâr için” … O’nu bilmenin ve ona kavuşmanın hasretiyle, sırf O’ndan ayrı olmanın ıstırâbıyla ömür boyu âh etmeye geldik. Niçin? Çünkü sözü edilen ve uğrunda bir ömrü âh ederek geçirmemiz gereken o yâr, işte bütün cihâna serpilmiş gerçek Sevgili’dir.
—Niye bütün bir ömrü böyle geçireceğiz ki?
—Koca bir ömrü hep âh ederek geçirmemizin sebebi; kâinata saçılmış bize âit diğer parçaları bir araya getirmenin zorluğundan olsa gerek. O parçaları aramanın ve bulmanın serencâmındandır. İnsanoğlu, gönlünü kaptırdığı bir kişi için bile ne dertlere ne çilelere katlanır, öyle değil mi?
—Gerçekten öyle…
—Aşk yolunun kanla dolu oluşunu iyice anla ki; bir zerrenin bir diğer zerreye gönül vermesi bile o insanda akıl-mantık diye bir şey bırakmayabiliyor. Ya, bir zerre olan aynı insanın, kâinatın her zerresine ulaşacak aşkı sînesinde barındırdığını ve bu kabiliyetle donatılmış olarak dünyâya gönderildiğini düşün!
—Zor meslek desene…
—Elbette! Bir tek kul aşkı için ne ahlar, ne gözyaşları dökmek gerekiyor; diğeri, bunun trilyonlarca defâ fazlasını gerektirecek ve gerçek âşık, son nefesine kadar elbette “âh” edecektir. Mecbûren âh edecektir, çünkü bu, aşkın kanunudur. Bir kere âh çekebilmeyi, binlerce ibâdete değişmeyenleri duymuşsundur.
—Evet, duydum.
—İşte onlar, bu işin farkında olanlardır. Dünyâya ne yapmaya geldiğimizi doğru olarak bilen ve bizlere o doğruları, o şaşmayan gerçekleri işâret edenlerdir. Ah, belki de aşk ateşinin dumanıdır.
—Her ateş dumanlı değildir ama…
—Doğrudur, fakat her yeni ve toy ateş mutlaka duman verir; tâ ki kor hâline gelince duman da görünmez olur. Basit çekilişler, sevgi ve muhabbet de aşk ve şevk hâline gelinceye kadar elbet duman cinsinden tezâhürler gösterecektir. Olgun bir âşıkın yâhut aşkın kendisi olmuş bir gerçek insanın ahlarını, bizim gibilerin işitebileceğini ise hiç sanmam. Böyleleri âh ediyorlarsa bile, o sesler, bizim kıkırdak kulaklarımızın duyamıyacağı ve bambaşka bir frekansa sâhip sesler olmalı! İşte bunlar, bir ömrü âh ile geçiren bahtlılardır; seçilmişlerdir.
Allah dostlarının çoğu,”ah etmekle” ilgili olarak bir hayli söz söylemiş. Meselâ Ken’an Rifâî’nin bir beytini hatırlıyorum:
“Her âh ile tecdîd ederim ahd-i elesti
Sen âh-ı ciğersûzumu beyhûde mi sandın?”
—Biraz açıklar mısın?
—Yâni, ben bu âh ile, bu âhları çekmekle ezel günündeki ahdimi yenileyip dururum. Orada sorulan “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdiğim “Belî”-Evet- cevâbını tekrar tekrar bu ahlarla tasdîk ederim. Yoksa sen, yanan ciğerimin bu âhını beyhûde mi sanırsın; boş yere mi âh ettiğimi zannedersin?
Evet… Şunu da ekleyelim; Süleyman Çelebi, Mevlîd’inde Allah’dan af ve merhamet dilenirken, âh edip inleyen gözü yaşlı âşıkların hürmetine bizleri affet, diye yalvarır.
Âh’ın kıymetini, var hesâb eyle…