Kimdi bunlar?
”Vatan” deyince, sâdece verimli tarlalar, bahçeler, yemyeşil ormanlar ve buz gibi suları olan topraklar akla gelmez!
Çorak ve kıraç tepeler, susuzluktan cayır cayır yanan tarlalar, göz alabildiğince uzanan ağaçsız topraklar da vatandır.
Yoklukla varlık, açlıkla tokluk; gündüzle gece nasıl birbirini tamamlayan şeylerse ve nasıl bunlardan biri olmadan öteki olmazsa, vatanı da bu çerçevede bir bütün hâlinde düşünmek, şarttır.
Hudutlarımızın bir karış toprağı ile, Konya ovasının veyâ Erzurum’un bir karış toprağı arasında hangi jeolojik farkları sıralarlarsa sıralasınlar, değil mi ki vatan söz konusudur; mânâ olarak aslâ farklı değillerdir.
her şeyiyle vatandır.
Aynı ruhla, aynı kanla beslenen ve süslenen bu alacalı, bu inişli çıkışlı..bu kimi çorak, kimi verimli güzellik, her şeyiyle vatandır.
İnsansız, fakat çok münbit ve geniş topraklar neye yarar? Böyle bir arâzi parçasına ”vatan” diyebilir misiniz? Öyle güzellikler düşünün ki;onlara sâhip çıkacak ve gerektiği zaman o güzellikler uğruna seve seve ölecek kadar yürekli insanlar bulunmasın!
Bunun bir mânâsı kalır mı?
Öyleyse, toprağı vatan yapacak başlıca unsur, mes’eleyi bu gözle gören, böylesine derin aşkla bağlı insanların varlığıdır. Kederi ve sevinciyle o insanlar, şöyle içi kabara kabara haykırabilmelidir:
Bu dağlar benim dağım, bu ırmaklar, benim!
Yamalı çocuklar,
Dökülen gözyaşları.
Ve hudutlarda
Albayrak altındaki asker,
Mehmetçik;
Subay, astsubay, paşa
Benim!
Ve bu vatan, bu bayrak,
Bu millet
Benim!
Çanakkle Zaferi; içimizde ne hissettiriyor?
Şu anda ben, kendime üstteki suali soruyorum:
”Vatanım!” Deyince, içim kabara kabara benzer şekilde haykırmak arzusu hissediyor muyum?
Yoksa?
Yâhut da şöyle diyelim:
Hakkında fazla bilgimiz olmadığı hâlde, hattâ çocukluğumuzdan beri kuru, yavan nutuklarla; inanmayan ağızlardan dinlediğimiz için bizde pek tesir bırakmayan Çanakkale Zaferi ve şehitlerimiz sözkonusu olunca, gözlerimizde bir damlacık yaş, gönlümüzde bir zerre kıpırtı hissediyor muyuz?
Sekiz buçuk ay devâm eden bir nâmus ve haysiyet kavgasının yıldönümünde, Çanakkale Zaferi hakkında neler biliyor ve yüreklerde hangi duyguları taşıyoruz; bunları sorgulamalıyız.
Bu sorgulayış, bizim topyekûn vatan sevgimizle ilgili bir test olacak ve kendimizi bir güzel tanımaya vesîle teşkîl edecektir.
Bu ulvî duyguların sınırına, her ulvî değerimizi ağzında sakız gibi çiğneyip, sonra da bir köşeye tükürüp fırlatan politikacı madrabazları yaklaştırmayın, lûtfen!
Genç, tertemiz duygularla devlet-millet-vatan sevdâlısı olmaya teşne; bu yazıyı inanarak ve duygulanarak okuyan kendiniz gibilerin sayısını çoğaltmak için gayret edin!
ihânetin fâillerini unutmayın ve unutturmayın
Çanakkale muhârebelerini hayâlinde yaşamayan insanlara nasıl ”vatandaş” denilir; Savaşların cereyân ettiği o ”vatan topraklarını” hayâtı boyunca bir kerre görmemiş insana nasıl olur da ”Türk Çocuğu” denilir; Çanakkale’deki ”şehitliği” otopark yapanlar, yâhut kendi ”vatanımızda”, kendi şehitlerimizin yattığı vatan toprağında yabancı ülkelerin keyfine göre imar programı yürütenlere hangi sıfat, hangi ünvan yakışır; lûtfen iyice düşünün ve bir vatan evlâdı olarak üstü kapalı sıraladığımız bu ihânetin fâillerini unutmayın ve unutturmayın, lûtfen!
Çanakkale Savaşı; Türkler için böyle değildir!
Amerika Birleşik Devletleri eski Ankara Büyükelçisi General Sherill, şöyle demiş:
(Bu parlak ve muazzam zaferi, İngiltere ve Fransa devletlerinin birleşik donanmalarına karşı tek başına savaşan bir Türk kazanmıştır. Evet, bu müttefik ordular için Çanakkale Savaşları bir fâcia idi; boş yere kan ve servet kaybetmişlerdi. Türkler için böyle değildir. Çünkü savaştan delik deşik olmuş gelibolu yarımadasından yeni bir savaş kazanan Anafartalar kahramanı, galip ve muzaffer Mustafa Kemâl yükseldi.)
Evet.. başka bir söyleyişle, o Mustafa Kemâl, düşmanlarımıza:
-”Türkler öldürülebilir, fakat mağlûb edilemezler!” dedirtmesini bilmiştir.
Fakat, mutlaka ciddiyetle sormamız gereken bir soru şu olmalı:
Biz, yıllar yılı, (Çanakkale Geçilmez!) diye avunur ve uyurken, düşmanlarımız hiç ummadığımız mevzîlerden yatağımıza kadar gelip, bağrımıza süngüsünü dayamış, yâhut koynumuzdan çocuklarımızı almış olabilir mi? Yoksa, bu kadar hâin uzaydan mı geldi?
İngiliz Generali Hamilton’un kendi ifâdesiyle:
(Bir kumarbaz ağzıyla doğruyu söylemek gerekirse, elimize çok iyi bir şans geçmişti ama, Türk Bankasını soyamadık!) dedirten şekilde sona eren Çanakkale Savaşları, 1915’de bitmiş ve (Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ) denilen ”soyguncular” Türk Bankası’nı talan etmek fikrinden vaz mı geçmişlerdir?
Eğer vazgeçtilerse(!) içten ve dıştan iyice hızlanan bugünkü talanı kim izah edecek?
Yüzbinlerce insanın can verdiği, sakat kaldığı bu vatan topraklarına savaş bir daha gelmedi diye yazıyor kitaplar. Acabâ, gerçekten savaş gelmedi mi buralara? Savaş bittiyse de, Türk askeri cepheden cepheye koştu, koşuyor, koşacak!
Yeni adı, Anıttepe olan o şehitler âbidesine giden yolda Morto Koyu’nun bir diğer mûtenâ köşesinde Fransız mezarlığı yer alıyor, mâlûm. Mezartaşlarında şunlar yazılı: (Vatanları için öldüler!)
Kimdi bunlar, evet, kimdi?
Vatanları için öldüklerine inanıyor musunuz? Eğer, onlar vatanları için öldüyse; benim vatanımda ne işleri vardı? Buralarda belâlarını mı arıyorlardı da, sonunda buldular. Sıra sıra metal Haç’ların göğsüne plaka bağlanmış; rastgele o isimleri heceliyoruz:
Ahmet bin Muhammet
Vincent Louvre
Nasır Davut
Haşim Muhammet v.s.
Kimmiş bunlar? Kim demiş bunlara Fransız diye?
Bunlar, Kuzey Afrika’nın, Senegal’in zenci çocukları! Muhammed soyadını taşımanın şerefini bilmeden, Türk vatanında, Müslüman-Türk kardeşlerine karşı dövüştüler. Ve Hrıstiyan Batı’nın Haç’ı mezarlarında bile onları rahat bırakmadı ve başlarına çakıldı.
Kimdi bunlar, evet, kimdi?
Rıza Tekin Uğurel