(…27 Mayıs ise, Moskova ile sol ve komünist ideolojiye yatkın veya angaje Halk Partisi’nin el birliği ile tezgâhladıkları bir şeâmetli/uğursuz harekettir.
Bu arada Faruk Güventürk’ün Millî Birlikçiler arasında resmen izi ve ismi olmamasına gelince, bidâyette/başlangıçta kurdukları iş birliği netîce verince, diğer hempaları/kötülük arkadaşları tarafından sırtı okşanarak saf dışı edilivermiştir.
27 Mayıs, bir Cuma gününe tesâdüf eder. Pazar günü telefon çaldı ve Bolu’nun aradığını söylediler. Baktım, Güventürk Paşa.
— Hanımefendi, ben şimdi Bolu vâlisiyim. Artık memleket nâmuslu ellerde, dedi.
— Yâ, öyle mi?
— Şüphe mi ediyorsunuz?
— Elbette ederim. Biz, Meşrûtiyet maskaralığını görenlerdeniz.
Güventürk kahkahalarla güldü, güldü ve sonra:
— Salı günü İstanbul’a geleceğim, sizi görmek istiyorum, dedi.
— İşim var! Dedim.
— Çarşamba olsun! Dedi.
Gene o gün de meşgul olduğumu söyleyince, “Perşembe” diye ısrar etti.
Nasıl olsa kurtuluş olmayacaktı. “Pekiyi…” dedim ve dediği gün de makam arabası ile geldi. Geldi de ne oldu? Belki anasından doğalı işitmediği suçlayıcı sözlerimi dinleyip gitti.
Bir müddet sonra Merkez Komutanı olmuştu. Boşuna tutukladığı insanların haddi hesâbı yoktu. Hep memlekete ettikleri fenâlığı, korkusuzca sayıp döktüm. İsteseydi, o kadar ağır ithamların karşısında, beni de Harbiye’nin zindanlarına atabilirdi. Bir an bile Sâmiha’yı şahsî endişeye düşürmedi Allah’ım.
Nihâyet 26. Fırka Kumandanı oldu. Gene makam arabası kapımızın önünde duruyor ve sanki, işittikleri yetmemiş gibi, dinleyip dinleyip gidiyordu.
Fakat iyice sıkılmıştım artık. Bir yandan çatırdayan memleket çatısının perişan hâli, bir yandan bu ilmî kifâyet ve siyâsî basiretten mahrum kadronun vahşet ve gaddarlığı… Evet Güventürk’e hiçbir faydam olmuyordu, şu halde evimizden ayağını kesmek vacip olmuştu. Nitekim bir gün telefonda:
— Hanımefendi bizim dostluğumuz pazara kadar değil, mezara kadardır, deyince bunu fırsat bilerek:
— Aynı istikamete giden dostluklar mezara kadar sürer. Biz ise, memleket mes’elelerine olsun, insanlara muâmelede olsun, aslâ müşterek bir noktada birleşmemekteyiz… Dedim.
Bu konuşmadan sonra, istenmediğini iyice anlamıştı. Bir daha gelemedi.
Gene aradan seneler geçti. Emekli olduğunu işittik. Bu sefer Kubbealtı’nın seminerlerine gelmeye başladı. Uzaktan görünce, odalardan birine geçiveriyordum. Kazâra karşılaşsak, bir selâmla geçiştiriyordum. Üniforması içinde bir hiçti. Onu çıkarınca, hiçin hiçi olmuştu.
Allah, bir memleketi, şu Millî Birlikçiler gibi kendini aşamamış insanların eline bırakmasın. Hakk’a karşı aczini bilmek büyüklüğünden mahrum olanların çıktıkları nefsânî zaaflar zirvesinden tepe aşağı yuvarlanmaları, bir emr-i mukadder değil de ya nedir?)(*)

(*)Sâmiha Ayverdi, Ne İdik Ne Olduk, Sayfa 116.