Sosyal yapının değişmesi, hayat şartlarının gelişip serpilmesi, son derece normal ve kaçınılmaz şeyler.
En az bunlar kadar tabiî olan bir başka gelişme ve değişme de kullanılan araç-gerecin ömrünü tamamlayıp, hayâtımızdan çekilmesi..
Hayat şartlarının değişmesiyle,
günlük hayâtımızın vazgeçilmez saydığımız âletleri de isimleriyle birlikte unutulup gidiveriyor.
Meselâ “Kağnı”, meselâ “Fayton” gibi araçlar ortada görünmez ve onlara ihtiyaç duyulmaz olunca, yeni neslin insanları için ne kağnı kelimesinin bir önemi kalmıştır, ne faytonun ve ne de “faytoncu”nun.
“Gaz lambası”, yâhut “karpit lâmbası” bir zamanlar bizlere nasıl da hizmet etmişlerdi.
Ya şimdi?
Gramofon mâzide kalmadı mı? Elbette kalacaktı, kaldı. Çünkü en mükemmel elektronik cihazlar hayâtımızdaki yerini ve rolünü üstlendi.
Bu örneklerin sayısını yüzler ve binlerle artırmak mümkün. İşte size han.. işte kervansaray ve işte “Ocak”! Her biri gündelik hayâtımızın birer önemli unsuru iken, şimdi, yokluklarının dahi farkına varmıyoruz. Ve bunun böyle olması hiç de yadırganacak bir durum değil.
Üstteki “Ocak” kelimesini ele alalım.
Bu kelimeyle ilgili her şey devre dışı.. Gazocağı öyle, İspirto ocağı öyle, Acemocağı,kezâ!
Hangi evde “Ocaklık” var?
Hem ocaklığı ne yapacağız? Onun yerini “şömine” almış.
Eskiden “kıraathâne”ler vardı; zamanla biraz “kahvehâne” oldular, biraz da “çayocağı”!
Ama birer kültür merkezi olan, o bizim şifâhî kültürümüzün “ocağı” durumundaki kıraat, yâni “okuma yerleri” çoktan gerilerde kaldı.
Kıraathâneler kahvehâne,
kahvehâneler birer oyun yeri ve sigara dumanından ibâret miskinler, tembeller yuvası oldu. Kaldı ki sigara dumanına rahmet okutacak, sigaradan bin beter tehlikeli maddeler için kahvehâneleri ve çayocaklarını hedef bellemek de çok yanlış.
Ama hangi isimle anılırsa anılsın, bu merkezlerin güzel, faydalı ve sağlıklı rolleri var mı?
Üzüntü veren ve onları bâzı bâzı arıyor olmamızın sebebi, dünkü toplum hayâtımızda bu kıraathânelerin, bu “okuma yerleri”nin, bu “ocak”ların oynadığı mükemmel roldür.
Ocakda ısınılırdı..
ocak başında toplanılır; sohbetler edilir, oyunlar oynanırdı. Ocaklar bizleri bir araya getiren, birlikte bir şeyler yaptığımız.. yâni “bir ve berâber olmanın” derin hazzını tattığımız ve evlerimizin en önemli bölümleriydi.
Aynı rolü, -Batı’dan geldiği için olmalı- şömineler üstlenemedi; bizleri bir ve berâberlik hâlinde tutamadı, tutamıyor, tutamıyacak.
Peki, eski ocakları kıraathâneleri geri mi getirelim? Tabii ki hayır.
Eskiden, dostu çok olan âilelerin evleri için: “Evleri ocak olmuş..” derlerdi; gıpta ederlerdi.
Geç konuşan çocuklara duâ edilen evler vardı, onlara “ocaktır” denirdi. Bâzı deri hastalıklarına devâ olan âileleler vardı; onlara da “ocak” denir ve bu işi aslâ para almadan yaparlardı.
Ve bir güzel duâ vardı:
“Ocağı tütesice!” derlerdi.
Neden, “ocağı sönesice!” değil de, tütesice?
(Ben, bedduâ etmek için gelmedim) diyen bir Peygamberin mü’minleri olan atalarımızın zarif imânına uygun bir nüktedir bu! “Allah belânı vere.. “gibi bir bedduâyı inancına uygun bulmayan ecdâdımız:
“Allah hayrını vere!” Veyâ: “Hay Allah iyiliğini vere!” gibi güzel dilek ve temennîleri diline pelesenk etmiş; dilini, iyi ve güzel şeylere alıştırmıştır.
Ki, yetişkin insanların bu genel tavrı, çocukların da aynı üslûpla yetişmesini sağlamıştır.
İşte, kızdığı insana bile “ocağı tütesice!” diye sitemkâr fakat hayır duâ dolu niyetle davranan atalarımız, şunu çok iyi biliyordu:
Ocağı tüten bir ev, içinde hayat olan, sıcak bir evdir. Ocak tüterse canlılık, hayâtiyet devâm edecektir. Bunun tersi ise, ölümdür.
Ocağı tütesice diyenler mi kalmadı, ocağı tütesice evler mi bir yerlere gitti? O insanlar hayat sahnesinden çekilirken duâlarımızı da berâberlerinde mi götürdüler?
Hayır!
Buna aslâ inanmıyorum. Son derece zarif olan atalarımız, her türlü zarâfetle birlikte en güzel duâları da bizlere bırakıp gittiler. İş, bizlerde..
Bakın.. hayâtımızda “kum ocakları” var”, taş ocakları” var. Fakat, dünkü “mânâ ocakları” pek gözükmüyor.
Demek ki biz, taş ve kum ocaklarından elde ettiğimiz malzemelerle evler, binâlar yaparak dışımızı mâmur hâle getirirken, iç dünyâmızın imarıyla ilgilenmeyi ihmâl ettik.
Bu unutkanlık,
bize çok pahalıya mâl oldu. İntiharlar, cinâyetler ve onyedi aylık bebeğe bile tecâvüz cinnetleri.. bunların hepsi bizim eserimiz(!)..
Gencecik çocuklarımız uyuşturucunun pençesinde ve biz sâdece kuru nutuklar ve kâğıt üzerindeki tedbirler(!)le kendimizi kandırıyor; başımızı kuma sokuyoruz. Neredeyse “Ocağımız sönüyor” gibi..
Keşke bir “Ocaklı dudak” bu millete nefes etse ve “ocağımız hep tütse…”