Mektup, şöyle başlıyordu:
Bugün, bu ayrılıktan ne kadar şikâyetçi ve ne derece üzgünsün; hakkın var.
Hattâ, bu ayrılığa sebep olduğunu zannettiğin insanlara da kızgın ve kırgınsın.
İçinden gelen arzulara aykırı olarak gelişen hâdiseler karşısında ne kadar üzülürsen üzül; netîce aslâ değişmiyor, değil mi?
Bahçıvan, elini torbaya daldırır ve avuçladığı tohumları serper.
O torbadaki her bir tohum da, senin gibi, bir an önce toprağa karışmanın aceleciliği ile çırpınmaktadır. Fakat, torbaya dalan el, onları rastgele avuçlar ve herhangi tercih yapma yetkisi de yoktur.
Bizim, “rastgele” yâhut “tesâdüf eseri” dediğimiz hâdisenin aslı İlâhî İrâde’nin buyruğundan başkası değildir. Ve öyle anlar olur ki bir tohum, günler ve belki de aylarca, bahçıvanın torbasında bekler durur… bekler ve can atar durur da sıra, bir türlü kendisine gelmez.
Sen, o tohumun çektiği acı ne büyük ve dayanılmazdır, bilir misin?
Fakat bahçıvana, bu yüzden buğz edecek bir idrâke sâhip olsa bile, tohumun, toprağa düşme hasreti sona erer mi?
Ermez, hattâ ziyâdeleşir fakat netîce değişmez.
Ama mârifetli bir bahçıvan, bu tohumun feryadlarını ve yakarışlarını duyarak torbaya eğilip, o aşk acısı çeken tohumun gönül kulağına şunu fısıldar:
– “Sana hak veriyor ve seni mâzur görüyorum fakat, bunca tohumu serpen el, her ne kadar benim elimmiş gibi görünüyorsa da, elime hükmeden kudret, bana âit değildir. Sen, topraktan geldiğin için, toprağa doğru bir çekilişle dolusun. Ve inan ki toprak da aynı hasret içinde… İkinize de buraya kadar hak veriyorum. Ama bilmiyor ve kulak asmıyorsun ki senin toprağa karışmanı geciktiren kudret, seni koruyor. Çünkü biraz sonra şiddetli bir yağmur başlayacak ve sel gelecek.
İşte o zaman, kim bilir nasıl heder olacaksın…
Hâlbuki bu yağmur ve sel faslından sonra da öyle güzel bir hava gelecek ki, eğer o şartlarda toprağa düşersen, – işte o takdirde- sende saklı nice güzellik de dışarı fışkırma fırsatını bulabilecek.
Şimdi sus ve sabret…
Zamanla, sabır, nasıl helva olurmuş göreceksin.