Claude Farrere Anlatıyor:
O devirlerde Türkiye Türkiye’ydi… Çok zaman geçti aradan… O sıralarda ne evim, ne karım vardı; ne de daha sonraları olanlar gelmişti başıma… Yâni, diyeceğim, çok mes’uttum; yahut hiç değilse, şimdi bana öyle görünüyor… Öyleydim herhalde…
Çok zaman geçti! Senenin birinci gününden, sonuncu gününe kadar, benim emektar Saint-Albans’da otururdum… Hatırlar mısınız bilmem? Bu Iskuna(1) 1895’de Napoli Prensi Kupası’nı kazanmıştı…
Sonradan epey değişiklik yapmış, teknemi uzun seyahatlere elverecek bir küçük Yat hâline getirmiştim… Iskunam, gerçekten umduğumu yerine getirdi.
Bahsettiğim yıl, beni Akdeniz’in bir ucundan bir ucuna gezdirdi durdu; Nice, Cenova, Napoli, Korsika, Sicilya, Malta, Cattaro, Korfu, Lepanto, Korent, Atina, Santorin, Rodos, Kıbrıs… Ve Bursa, İstanbul, Trabzon… Sonra Kafkasya ve Kırım denen zümrüt yarımadası… Altın sarısı bir akşam yahut mâvi mineden bir sabah, demirimin düşmediği sâhil kalmadı diyebilirim.
Gerçekten hayâtımın en güzel günleriydi. Eğer bu hevesimi karşılayacak kadar zengin olsaydım, bu güzel günleri daha da devam ettirecektim. Ama yirmi tonluk bir ıskunayı çekip çevirmek, benim gibi bir garibin harcı değildi.
Mürettebatım sekiz kişiydi ama on altı kişilik yemek yerdi… Patronları ise kolundaki sırmalarla iftihar ederdi; metresi on iki Franga satılan sırmalarla!
Bunun dışında -zâten oraya gelmek istiyorum- ne zaman kumanyamızı düzmek için bir limana uğrasam, orada da yerliler, âdeta diri diri derimizi yüzerdi. Hele İtalyanlar, Maltalılar, Yunanlılar… Eskiden ataları olan korsanlar, ticâret gemilerini nasıl beklerse, onlar da bugün Yatları öyle bekliyorlar. Sâdece borda bordaya gelmek ve yangın yok… Ama yağma var.
İşte, milletlerarası polise bir ihbar! Evet, yabancıları artık asıp kesmiyorlar; ama ellerine bir gemi düştü mü ambarlara varıncaya kadar soyuyorlar. Öyle ki, Ege adalarının hancılarından sâdece kara zeytin almaya kalksa, dostumuz Van der Bild bile iflâs eder.
Eubee’de boş zamanlarında bakkallık eden Chalcisli bir Slav papazın bizden, biz Hristiyanlardan fidye alışını hiç unutamam. Hz. Muhammed’in oğulları bile olsak, bize bunu yapmaması gerekirdi.
Ondan sonraki uğrağımızın Türkiye’deki Çanakkale olduğunu düşündükçe, ne yalan söyleyeyim dehşete kapılıyordum. Benim gibi bir gâvurun kesesini kim bilir nasıl insafsızca boşaltacaklardı. Saf kan Ortodokslar bize böyle muâmele ettikten sonra Türkler ne yapmazdı?
Derken Saint – Albans, Çanakkale Boğazı’na geldi. Bir sabah erkenden, sol kolda Trakya’nın sarılı beyazlı falezlerini, sağ kolda tepelerin üstünde on iki yel değirmenini gördüm. Bunların arası Boğaz’dı.
Saint – Albans, Boğaza girdi. Çok geçmeden, evleri kaba saba boyalı bir küçük sâhil şehri olan Çanakkale’nin önüne geldik. Epey oluyor; bu eski devirde, orada, Boğaz’ın muhafazasına memur Osmanlı nöbetçileri vardı.
Demiri atım ve karaya çıkmak için sandalı hazırlattım. Bir gün önce son konserve kutularını açıp bitirmiştik. Artık bir koyun almak, herhalde fazla lüks sayılmazdı.
Sandal, rıhtıma yaklaşmak üzereydi. Ayağa kalkmış, karaya sıçramaya hazırlanıyordum.
Birden, iri yapılı bir Türk askeri, kutudan çıkan bir şeytan gibi, kulübesinden fırlayıp ateşe hazır vaziyetteki tüfeğini üzerime çevirdi, sonra pek de yumuşak olmayan bir sesle, geri dönüp, geldiğim yere gitmemi emretti.
Doğrusu, Osmanlı toprağına ayak basmak için pasaporta ihtiyaç olduğunu aptalcasına unutmuştum(2).
Durum berbattı. Konsolosluktan müdâhale istemek?.. Evet, mümkündü bu. Ama böyle bir hayâle kapılmıyordum, çünkü çok ağır işler, vaktimi alırdı; Fransız diplomasisi şekilcidir. Öte yandan protokol şerefine açlıktan ölmek niyetinde de değildim.
Birden: “Hay Allah, ben Türkiye’deyim ve Türkiye bahşişin vatanıdır!” Diye düşündüm. (O zamana kadar duyduğum, dedi ki demişlere inanıyordum doğrusu).
Kesemi açıp kocaman bir altın çıkardım… Devir, sâhici altının para olarak kullanıldığı devirdi; bu yirmi üç Franklık bir Türk altınıydı ve pâdişah hazretlerinin tuğrasını taşıyordu.
Bahsettiğim parayı askere önce uzaktan gösterdim, sonra, tüfeğini hemen geri çekeceğini umarak, ayaklarının dibine fırlattım.
Yanılmışım. Tüfek kıpırdamadı bile. Ve benim Türk altınım, bir tekmede, istihfafla/beni küçümseyerek, sandalımın ortasına geri gönderildi. Osmanlı, temiz ellerini kirletmemek için paraya dokunmamıştı bile.
İnanılmaz bir şeydi bu! Fransa’dan ayrılışımdan beri, ilk defa bir Akdeniz yerlisi, paramı reddediyordu.
Durumum da bundan daha az tuhaf değildi. Artık yata geri dönmekten başka yapacak şey kalmıyordu. Ben de öyle yaptım… Üzgün, mahzun, geri döndüm…
Gün, bitmek bilmedi. Konsolosla akla gelebilecek her türlü telgraflaşmayı yaptım. İşe yaramadı ve bir hâl çâresi bulunmadan gece oldu. Artık iyiden iyiye acıkmaya başlamıştık.
Geceleyin ansızın karar verdim:
“—Hazırlayın sandalı, diye emrettim. Sâhile gideceğiz, ama gizlice. Gürültü istemem!”
- İki direkli, yelkenli tekne.
- Aslına bakarsanız o devirde pasaport sâdece Türkiye, İran ve Rusya’ya girmek için lâzımdı. Ama o zamandan beri gelişme durmadı. Bugün hiçbir hudut, bu lüzumsuz formaliteden vazgeçmiyor.