“Yobazlığın En Aşırı Bir Devrinde”(*)
Tütün içme yasağı, İstanbul’u dehşet içinde bırakmıştı. Kahvehâneler semt semt yıktırılmakta, yasağa riâyet etmeyenlerin merhametsizce boyunları vurulmakta idi.
Yasağın tatbîkinde, Dördüncü Murad’ın bu derece ileri gitmesinde başlıca âmil, “Kadızâde Efendi” isminde bir vâiz idi. Vâizlerin en meşhuru olan bu yobaz, padişaha yaranmak için tütünün haram olduğunu diline dolamıştı. Fakat yeni alışmaya başladığı bu keyif verici zehirden el çekmek, halka pek ağır geldi.
Kadızâde’ye için için herkes beddua ediyor, canı yanan bir şâirin sitemli mısra’ları ağızdan ağıza dolaşıyordu:
“Hak men’ eylemeden, sana ne girer ne çıkar
Vâizâ yoksa duhân ile kıyâmet mi kopar?”
Fakat şâir ne derse desin, pâdişah fermanının şakası yoktu. Kıyâmet çoktan kopmuştu. Her gün yüzlerce “derdmend sultân-ı zamâne muhâlefet sebebiyle şemşîr-i gazap ve siyâsetle”(yâni her gün yüzlerce dertli kişi, zamânın hükümdarına karşı çıkmak suçundan şiddetli öfkeye sebebiyet vererek) ortadan kaldırılmakta idi.
Pâdişah, Kadızâde’nin bir dediğini iki etmiyordu. Bununla berâber tarikat ehlinin birinci derecede müdâfii olan “Sivasî Efendi”den de ara sıra iltifâtını esirgemiyordu.
Kadızâde ile Sivasî Efendi arasında başlayan sufî ve softa mücâdelesi, Kadızâde’nin ölümünden sonra onun yerine geçen vâizler tarafından câhilâne bir gayret ve büyük bir ısrarla devam ettirildi.
Bunlar, Allah’ın yeryüzündeki vekili gibi hareket ediyorlardı. Şımardıkça şımarmışlardı. Kendilerine sorarsanız her şey bid’at idi.
Bir gün zariflerden biri Türk Ahmet adında bir vâize sormuştu:
-Kavlinize göre, çakşır ve don giymek dahî bid’at (Peygamberimiz zamanından sonra çıkma âdetler)dir. Anları dahi kaldırır mısınız?
Türk Ahmet:
-Belî, dedi, anı da men’ederiz. İsteyen peştamal kuşansın!
-Ya kaşık? Anı ne işlersiz?
Türk Ahmet cevap verdi:
-Anı da kaldırırız. Taamı elleriyle yesinler. Zifir değil ya, yedikleri taamdır, ellerine bulaşmakla ne lâzım gelir?
-Ya sultânım… Kaşıklar yasağ oldukta, bir alay kaşıkçı fukarâsı ne işlesinler?
Yobaz, hiddetle başını salladı:
-Misvak(bir nevi tabiî diş fırçası) ve tesbih yapıp geçinsinler!
Bir gün de gene taassupta devrinin en ileri gelen simâsı Şeyhülislâm Vanî Efendi’ye, teklifsiz görüştüğü dostlarından biri sormuştu:
-Sultânım, zühd ü takvânız ma’lûm… Lâkin gene dünya malına ve nâzik cariyelere, inci, cevâhir, samur ve sâir ahvâle rağbetiniz var. Bunun sırrı nedir?
Vanî Efendi, verdiği cevapta şöyle demişti:
“-Be hey nâdan! Dünyânın kendisi ’o kadar kabih ve mezmum’ olmayıp, mesele dünyâ lezzetlerinin tahsili cihetindedir. Sana haram olan lokma, ilim kuvvetiyle bana helâl olabilir. Sen, yemek yerken dişlerin arasına giren bir et parçasını dışarı çıkarıp yutarsın, haram olur. Ben, nazikâne dilimle kurtarıp yutarım, helâl olur!”
Sûfilerle softalar, işte böyle cenkleşip duruyorlardı. Vâizler, câmilerde tarikat erbâbı hakkında ağızlarına geleni söylüyor:
-Na’t okumak bid’attir. Her kim lâhin(mûsıkî usûliyle nağmeli ses) ile ilâhi söylerse kâfir olur… Devran (dervişlerin dönmesi ve sallanması), raks hükmündedir. Raks ise haramdır! Diyorlardı.
Halkın câhil kısmı, bu telkînlerin tesiri altında kalarak Mevlevî ve diğer tarikat âyinlerine iştirak etmez olmuşlardı. Tekkeler, zâviyeler yavaş yavaş boşalıyordu.

Bir gün Fâtih Câmisinde Cuma namazı kılınıyordu. Güzel sesli iki müezzin, mahfilde makamla na’t(Peygamberimizin evsâfını methedici şiir) okumaya başlayınca, câminin içi, birden bire karıştı. Ön safları tutan mutaassıp fakih tâifesi yerlerinden fırlamış, yumruklarını sıkarak avaz avaz haykırıyorlardı:
“-Şer’i şerîfe mugâyirdir! Beytullahın içinde böyle nağmeserâlık istemezüz! Yoğise ne yapacağımızı biz bilirüz!”
Cemaat arasında bulunan tarikatçılar, müdahaleye kalkıştılar:
“-Na’t-ı şerîf dinlemek neden bid’at olsun?”
Fakihlerin safından sesler yükseliyordu:
“-Bid’at değil, küfürdür! Küfr-i mahzdır! Elbette söyletmezüz!
İhtilâf gitgide büyümek istîdâdında idi. Yobazlar, bereket versin ki, câmide çoğunluğu teşkil etmiyorlardı. Yoksa cemaatin üzerine saldırarak büyük bir mukateleye sebep olmaları işten değildi.
Derken fakihlerden biri:
“Hâlâ bunda ne dururuz? Bilcümle tekke ve hankâhları hedmedüp taş ve toprakların deryaya atmak üzere ittifak edelim!
Diye bağırdı.
Bu teklif, bardağın taşmasına sebep olan son damla yerine geçmişti.
Hemen orada verilen karara göre, “ümmet-i Muhammed’den olanlar yarın a’lât-ı harb ile” Fâtih Câmisi avlusunda toplanacaklar…
Hep birlikte yola çıkıp nerede bir tekke görürlerse yakıp yıkacaklar, rastgeldikleri “saçlı ve taclı” dervişlere îmanlarını tazelemek teklifinde bulunacaklar, kabul etmeyenleri öldürdükten sonra “pâdişâh-ı âlempenâh”ın huzûruna varıp, bütün bid’atlerin kaldırılması için müsaade isteyeceklerdi.
Fakat, yapılacak işler (!) bunlardan ibâret değildi. Selâtin câmilerinin minârelerini de yıkacaklardı.
Evet! Birden fazla minâre bulunması da bid’atti. Çünkü Peygamber’imizin devrinde, câmi ve mescitler tek minâreli idi!..
Namazı yarıda bırakıp câmiden dağılan softalar, o gece taraftarlarını da harekete getirerek birkaç saat içinde tepeden tırnağa kadar silâhlanmış ve ertesi günü “güruh güruh” Fâtih Câmisi’nde toplanmışlardı.
Fakat Sadrâzam, bu toplantıyı vaktinde haber aldı. “Fesâda bâdi olan bu makûle işlerden” vazgeçmeleri için kendilerine haber gönderdi.
Softalar Sadrâzam’ın emrini dinlemeyerek, bildiklerinden şaşmadıkları için şer’an haklarında ne yapılmak lâzım geleceği düşünüldü. Netîcede elebaşılarının idâmı için Pâdişah’tan ferman alındı. Fakat “Vezîriâzam” mülâyim davranarak bunların sürgüne gönderilmelerini kâfi görmüştü.
Bunun üzerine tarîkat erbâbına karşı bu hareketi tertip edenlerden birkaç vâizi yakalayıp Kıbrıs’a sürdüler. Zuhûr eden “fitne” de böylelikle yatıştırılmış oldu.
(Resimli Târih Mecmûası, Yıl: 1951 Eylül, Sayı:21, Cilt:2) Yazan: Selâhattin GÜNGÖR